Evden Yuvaya, Yuvadan Cehenneme (Deneme)


Küçük Şeylerin Tanrısı’nda Mimari Deneyim Arundhati Roy’un 1997 yılında kaleme aldığı Küçük Şeylerin Tanrısı, gerek ustalıklı dili ve kurgusu gerekse toplumun varlıklı bir ailesi üzerinden mikro panorama sunması dolayısıyla modern klasikler arasındaki yerini çoktan almıştır. Roman, yetişkinlerin ve çocukların söylemlerini harmanlarken küçük şeylerin insanların yaşamlarını ve daha özelde, davranışlarıyla hislerini nasıl şekillendirebileceğini satır satır anlatır. Bu satırlar arasında karakterlerin derinlemesine işlenmesinin ve bu karakterleri farklı boyutlarda etkileyen acılı bir olayın gidiş-dönüşlü olarak anlatılmasının yanı sıra bütün bunlara temel oluşturan bir düzlemi gözden kaçırmak mümkün değil: mimari. Ayemenem’deki aile evi başta olmak üzere başka evler, kiliseler ve diğer binaların mimari özelliklerinin ayrıntılı betimlemeleri yukarıda bahsedilen “küçük şeyler” arasındadır hiç şüphesiz.


GİRİŞ: MİMARİ DENEYİM

Mimari deneyim, her an her yerde karşımıza çıkan ama hakkında pek düşünmediğimiz bir konu. Halbuki, mimari ayrıntıların (“küçük şeylerin”) deneyimleri bireyden başlayarak geniş topluluklarda kimisi arzulanan kimisi de arzulanmayan sonuçlar ortaya çıkarabilir; bu sonuçlar bir kişiyi, bir aileyi, bir mahalleyi, bir şehri ve hatta koskoca bir ülkeyi etkileyebilir. Bu açıdan Küçük Şeylerin Tanrısı mükemmel bir örnek.
Mimari deneyim alanında bizi bir ayrım bekliyor. Birincisi, mimari deneyim, mimar tarafından kasıtlı olarak yaratılabilir (veya mimarın kullandığı birtakım ayrıntılar o eserle temas kuranlarda tesadüfi etkiler de bırakabilir). Örneğin, Mimar Sinan’ın camilerinde yaratılmak istenen etki mimar tarafından ince ince düşünülüp hesaplanmıştır. Aynı şekilde, muazzam şekilde inşa edilmiş Floransa Katedrali veya Notre Dame Kilisesi de sizi dünyada çok küçük bir yer kapladığınıza ikna eder. La Sagrada Familia ise bunu alışılmadık bir asimetri kullanarak yapar.
Elbette hemen her gün böyle muazzam yapıları gezme ve onlarda muazzam deneyimler edinme imkanımız yok. Dönüp dolaşıp geleceğimiz yer evlerimiz. Şehirde, hele de apartmanda yaşayanlar için incelikli mimari ayrıntılar söz konusu değil. O zaman bizi mimari deneyimin bir diğer ayrımı bekliyor: insani yön.
Wittgenstein “Anlamı sormayın, kullanımı sorun” diye başlar mimari ile ilgili düşüncelerine (Architectural Reflections, s. 58). Bu şu anlama gelir: Mimaride anlam kullanımda yatar. Wittgenstein’ın Viyana’daki modern stil evi onun sözüyle paraleldir. Ev temel olarak mimar Paul Engelmann tarafından tasarlanmasına rağmen, Wittgenstein de onun tasarımına yardımcı olmuştur. Bina, dışarıdan bakıldığında mimari tarihi hakkında bilgisi olmayanlar için düz beyaz, iç içe geçmiş kutulardan ibaret görünecektir ama günümüzün sembol evlerden biridir. (İstanbul’da Nişantaşı’ndaki Vedat Tek binası tarz olarak benzemese de amaç olarak benzerdir.)
Kendi evini kendi yapabilen şanslı azınlıktan biri değilsek başkalarının tasarlayıp inşa ettiği evlerde yaşamak zorundayız. Bu durumda, mimarinin kendi etkisinin dışında o evde yaşayan kişilerin karakterleri ve başlarından geçenler evin üzerimizde yarattığı deneyimi belirler. Bu husus bizi Küçük Şeylerin Tanrısı’na getirir. Ayemenem’deki aile evi, yazar tarafından bize mimari ayrıntılarıyla nefis bir şekilde tarif edilir ama karakterlerin o evde yaşadıkları deneyim, bireysel süreçler ve bir arada yaşadıkları kesitlerle belirlenir.
Peki, bir evi yuva, bir yuvayı da cehennem olarak hissettiren nedir? Bu sorunun olası bir cevabına Küçük Şeylerin Tanrısı’ndan hareketle göz atalım.

EVDEN YUVAYA

Küçük Şeylerin Tanrı’sı oldukça yoğun bir roman. Çizgisel olmayan kurgusu dahilinde Hindistan tarihi ve politikası, sınıf ilişkileri, kültürel gerilimler, toplumsal ayrımcılık, Hindistan’da kadınların durumu ve kadın düşmanlığı, yasak aşk ve ihanet gibi birçok baskın konuyu bir arada bulmanız mümkün. Bütün bunlara ayrıntılı mimari betimlemeler eşlik eder ve biraz yakın bir okumayla bu betimlemelerin kurguya katkısı görülebilir. Romanda kişilerin deneyimleri mimari deneyimden soyutlanmış değildir.
Ammu’nun alkolik kocasından boşandıktan sonra ikiz çocuklarıyla dönebileceği tek yer Ayemenem’deki ev gibi görünür ama Ammu aslında orada bir yuva bulma umudu da taşır. Ev, yaşayanları ve çevresindekilerle birlikte oldukça canlı bir evdir. Ammu’nun annesi Mammachi, babası Pappachi, kardeşi Chako ve teyzesi Baby Kochamma sürekli faaliyet halindedir. Ailenin bir turşu fabrikası vardır; bunun başına daha sonra Chako geçer. Amerika’da eğitim gören Baby Kochamma evin ön bahçesinde güzel bir düzenleme yapar.
Yazar Ayemenem’deki aile evini (ve kilise, karakol, sinema, otel, başkalarının evlerini) öyle güzel betimler ki hiç Hindistan’a gitmeyen biri bile zihninde bir resim oluşturabilir. Bilhassa verandalar sıklıkla vurgulanır. Veranda aslında aile bireylerin dış dünyayla ilk temas ettiği noktadır ve bireyler onun yapısı gereği bu teması dışarı hiç ayak basmadan gerçekleştirebilir. Veranda örneğinden gidelim; mimari deneyim, veranda öğesinin kullanılma amacı, boyutları, rengi ama genel olarak onu kullanan kişiler ve onların kişisel amaçları ile belirlenebilir. Mesela, vaktinin büyük çoğunluğunu evde geçiren ve kadın olmanın zorluklarıyla kafeslenmiş olan Mammachi için ön veranda muhtemelen bir ferahlama fırsatı olarak büyük önem taşır; Chako için ise büyük ihtimalle çıkışa giden birkaç fazladan adımdır. (Arka taraftaki veranda, daha sonra Mammachi’nin isteğiyle kapatılır.)
Her şeye rağmen, hiçbir zaman cennet gibi bir ev değildir burası. (Zaten olumlu betimlemelerinden çok, acı olaylar gerçekleştikten sonraki halinin betimlemelerine rastlarız.) Pappachi Mammachi’yi döver ama bir gün Chako tarafından engellendikten sonra Mammachi’yle konuşmayı bırakır. Baby Kochamma İrlandalı Katolik bir rahibe olan umutsuz aşkıyla geçirir tüm ömrünü. Chacko ise İngiltere’de okumuş, evlenmiş ve çocuk sahibi olmuştur. Ama boşanınca aile evine döner.
Ayemenem’deki evin en canlı, en olumlu ve en uzun betimlemesini “Evine Hoş Geldin, Sevgili Sophie Mol” bölümünün başında görürüz. Ayemenem’deki ev büyük, eski bir evdi, ama uzak duruyordu insana. Sanki içinde yaşayan insanlarla pek ilişkisi yoktu. Çocukların oyununu seyreden, onların cıvıl cıvıl coşkularında, hayatla iç içe olmalarında geçicilikten başka bir şey görmeyen kızarık, sulu gözlü bir yaşlı adam gibiydi.Kiremit döşeli eğimli dam, yılların ve yağışların etkisiyle kararmış, yosun bağlamıştı. Çatının üçgen yüzüne oturtulmuş üç köşeli pencerelerin tahta pervazlarında süslü püslü oymalar vardı; aralarından sızıp döşemeye vuran ışık gizlerle doluydu: Kurtlar. Çiçekler. İguanalar. Güneş gökyüzünde ilerledikçe biçim değiştiriyorlar, akşam karanlığı çökerken de siliniyorlardı....Bahçe yolundan ön verandaya çıkan dokuz dik basamak vardı. Bu yükseklik, verandaya bir sahne saygınlığı veriyor ve orada olup biten her şey bir gösteri havasına bürünüyor, önem kazanıyordu. Veranda, Bebek Kochamma’nın süs bahçesine, bahçenin çevresini dolaşan ve evin bulunduğu alçak tepenin eteklerine doğru eğimle inen çakıl taşlı araba yoluna bakıyordu.Derinliği olan bir verandaydı, öğle saatlerinde, güneş tam tepedeyken bile serinliğini korurdu, s. 151-152.
Bu betimlemenin Sophie Mol’ün geldiği bölümde yer almasının tesadüf olmadığını düşünmek için sebeplerimiz var. Chacko’nun melez kızı Sophie Mol, evin alışıldık yüzlerinin dışında bir yüzdür, aile fertlerinin uzaktan uzağa hayranlık duydukları İngiltere’ye ait bir parçadır. Onun eve gelmesini özellikle Ammu dört gözle bekler. Sanki Sophie Mol gelişiyle yuvayı cennete dönüştürecektir ama işler hiç de umulduğu gibi gitmez.


YUVADAN CEHENNEME

Evin yuvadan cehenneme dönmesi belirli bir olay sonucu gerçekleşir: Sophie Mol’un ikizlerle çıktığı nehirde tekne gezisinde boğulması. Suç, ailenin hayatında belirgin bir yeri olan Paravan (Dokunulmaz) Velutha’ya yıkılır ve onunla yasak aşk yaşayan Ammu planları bozmasın diye evin yatak odasına kapatılır. İşte burası, sadece romanın değil mimari deneyimin de kırılma noktasıdır. Zaman olarak (sıralama kurguda değişkendir) bu andan sonrasında değinilen bütün betimlemeler buruktur.
Tepedeki eski evin dik üçgen çatısı, kulaklara kadar indirilmiş bir şapka gibi duruyordu. Yol yol yosun bağlayan duvarlar yumuşamış, topraktan yükselen nem yüzünden hafifçe bükülmüştü. Bitkilerle dolup taşan yabanıl bahçeyi küçük canlıların fısıltısı ve koşuşturması kaplamıştı, s. 9.
Veya;
Ev terk edilmiş gibiydi. Kapılar ve pencereler kilitliydi. Öndeki veranda bomboştu. Hiçbir eşya yoktu. Ancak krom kuyruklu gökmavisi Plymouth, hâlâ kapının önünde duruyordu, evin içindeki Bebek Kochamma da hâlâ yaşıyordu, s. 11.
Veya;
Yarım yüzyılı aşkın bir süredir büyük özenle, titizlikle bakılan süs bahçesi son zamanlarda ihmal edilmişti. Kendi haline bırakılan bahçe bakımsızlaşmış, numaralarını yapmayı unutan hayvanlarla dolu bir sirk gibi vahşileşmişti, s. 61-62
Ev aslında aynı evdir ama yaşanan olay (veya olaylar bütünü) tüm karakterlerin evle ilgili deneyimlerini tamamen değiştirir. Hatta bu kırılma noktasının evdeki deneyime nasıl etki ettiğine dair de çarpıcı bir alıntı da mevcut: “Sophie Mol’un Kaybı, Ayemenem’deki evde, çoraplarıyla yürüyen sessiz bir şey gibi sessizce dolaşıyordu. Kitapların ve yemeklerin içine gizleniyordu. Mammachi’nin keman kutusuna” (s. 39).
İlginç bir şekilde, evin içinin yanı sıra evin dışı da bu kırılmadan etkilenmiş gibidir.
Arazinin içerilerinde ve yine ırmağın karşı kıyısında, beş yıldızlı bir otel zinciri, Karanlığın Yüreği’ni satın almıştı.Tarih Evi’ne (bir zamanlar sert tırnaklı, harita soluklu ataların fısıldaştıkları yere) artık ırmaktan ulaşılamıyordu. Ayemenem’e sırt çevirmişti ev, s. 265.
Rahel ve Estha yıllar sonra içlerindeki vicdan azabıyla tekrar bir araya geldiklerinde mimari deneyimin kırılmasından önceki, yani Sophie Mol’un ölümünden, Estha’nın babasıyla uzağa gönderilmesinden, Ammu’nun evden kovulmasından ve Rahel’i beraberinde götürmesinden önceki anları kendi kendilerine ve birbirlerinde buruk bir biçimde yeniden bulmaya çalışırlar. “Irmak evden artık görünmese de, bir midyede her zaman deniz duygusu olduğu gibi Ayemenem’deki evde de her zaman bir ırmak duygusu vardı” (s. 68).
Bu sırada ilginç bir ayrıntıyı da es geçmek olmaz: İkizlerden Rahel “Delhi’de vasat bir mimarlık okuluna” kabul edilir. “Mimarlıkla ciddi olarak ilgilendiği” yoktur, “hatta yüzeysel bir bilgisi bile” yoktur. Pervasız çizimleri özgüven olarak algılanır, sekiz yılda mezun olur ve Yerel Mimaride Verimli Enerji Kullanımı başlıklı bir tez yazar. Aşırı yoruma kaçarsak, Rahel ironik biçimde, uzaklaştırıldığı yerel mimari ile haşır neşir olmuştur.

SONUÇ

Küçük Şeylerin Tanrısı, mimari deneyimin insan hayatındaki yerini gösteren birçok ayrıntı içerir. Bu deneyim kısmen mimari yapının kendi özelliklerinden kaynaklansa da büyük ölçüde insanların hayatlarında olan bitenlerden etkilenir. Sophie Mol ölmeseydi ev belli cehenneme dönmeyecekti ama yaşasaydı da cennet olmayacaktı. Ammu’nun evden Rachel’la birlikte uzaklaştırılması, Estha’nın da daha sonra Kanada’ya yerleşecek olan Chako’ya gönderilmesi ve Mammachi’nin de ölmesiyle birlikte evde yalnız kalan Baby Kochamma’nın çok övündüğü bahçesiyle ilgilenmeyi bırakması belki de o kırılmadan önce evin iyisiyle kötüsüyle bir dengede durduğunun göstergesidir. (Çoğumuzun evinde de öyle değil midir zaten?) Sonuç olarak, mimari deneyimin romandaki kullanımını nasıl yorumlarsak yorumlayalım kurguyu besleyen bir unsur olduğu kesin.

* Edebiyatta Mimarlık kitap projesi için yazılmıştır.

Kaynakça

- Küçük Şeylerin Tanrısı, Arundhati Roy, çev. İlknur Özdemir. E-kitap. İstanbul: Can Yayınları, 2016. - “Philosophy of Architecture”, Saul Fisher, Stanford Encyclopedia of Philosophy (online), 2015. https://plato.stanford.edu/entries/architecture/
- Architectural Reflections: Studies in the Philosophy and Practice of Architecture, Colin St John Wilson, Butterworth-Heinemann, 1988.

Hiç yorum yok:

Blogger tarafından desteklenmektedir.