Dünden Bugüne İçimdeki Çocuk


Resimdeki halim henüz başına geleceklerden habersiz. Dondurmayı acı zannedecek kadar saf. Büyüyünce kendine yetmeyi bilecek ama sosyalleşmeyi büyük ölçüde beceremeyecek. Üç buçuk yaşında okuma yazmayı öğrendikten sonra "Büyüyünce ne olacaksın?" sorusuna cevabı hep aynı olacak: Yazar. Her gün sabah saat altı-yedide kalkacak kadar Alman ruhlu, anaokulunda yaşıtları öğle uykusu uyurken en sevdiği oyuncak Lego ile oynayacak kadar marjinal!?. Gittikçe grileşen bir dünyada renklerini korumaya çalışacak.

Çocukluğumda oyun uydurmayı çok severdim. Hangi çocuk sevmez gerçi? Öğretmencilik, doktorculuk... Onlardan da oynadım; öğretmen de doktor da hep ben olmak istedim, arkadaşlarımı bezdirdim. Kendi uydurduğum oyunlara şöyle bir bakalım.

Haremcilik


Yaş beş. Manukyancılık da diyebileceğim bu oyunun o sırada belli bir adı yoktu. Kapalı kapılar ardında bütün kız bebekleri yan yana dizip sırayla çılgın beraberlikler yaratıyordum. Beş yaşındaki çocuğun aklından ne geçebilir ki demeyin geçiyor. (Yok artık da demeyin çünkü daha sonra bu oyunu üç dört arkadaşımın daha oynadığını öğrendim.) Annem içeri girince sakin sakin çay kahve saati düzenleyen bebekler.

Köpekbalığından kaçış


Bu da kardeşime uydurduğum bir oyun, o da gayet hatırlıyor. Anneanne evindeki beton yorgan, sabah biz kalktıktan sonra rulo haline getirilip salonun bir köşesine kaldırılırdı. İlk nasıl aklıma geldiğini hatırlamıyorum. El kadar çocuğa okyanusun ortasında köpekbalıklarının arasında kayığımızla kaldığımızı uydurmuştum. Biz çırpındıkça yorgan açılıyor ve "parçalanan kayıktan" düşüp köpekbalıklarına yem olmamak için birbirimizi sıkı sıkı tutuyorduk. Sonra ben büyüyüp ergenliğe girdim ama oyunun tadı kardeşimin damağında kaldı. Selam olsun kendisine.

(Daha sonra Momo okuduğumda şu sahneyi görüp yine akla gelmeyecek bir şey olmadığını fark etttim: https://www.youtube.com/v/Jd0DbnHHOHs?start=1064&end=1299)

Patronculuk


Biraz daha büyük yaşlar, onlu yaşlarda muhtemelen. İş hayatına girmeden kapitalizmi kurmuşum, şimdi fark ediyorum. O sıralarda çocukluğumuz bahçede, sokakta oynayarak geçiyordu. Apartmanın çocuklarını kafalayıp sistemime dahil etmiştim. Doğa katliamı, serbest piyasa, sömürü, bankacılık, her şey vardı. Bahçedeki çiçeklerin yapraklarını boyutlarına göre banknot yapıyorduk, akşamsefası tohumları galiba bozuk paraydı. Çiçekler de muhtemelen ürünler. Ama girişimci bir patrondum. Yapraklara tohum sarıp çamın iğne yaprağıyla tutturarak ürün yaratıyordum.

Lost'a lanet okutturan ütopyam


Yaş on altı. Anlatsam, Lost önce benim aklıma geldi desem kimse inanmaz. İlk değil ama en uzun ve en derli toplu roman denemem (o yaşın kafasıyla): Bir Başka Dünya Bir de serde Backstreet Boys hayranlığı var. Karakterler hazır. Onlar beş kişi, benim temsilim, birkaç tane de diğerlerine hatun. Mekan da onların mekanı, Florida. (Devamını düşününce, İstanbul'u seçmemem isabetli olmuş.)

Nuh tufanı gibi şiddetli bir kasırgada şehrin tahliye edilmesi gerekiyor. Ama kasırganın yanına şiddetli bir deprem de ekleniyor. E okyanus kıyısı, ekleyin bir de tsunamiyi. Elemanlardan biri yaklaşan felaketten kaçmaktan ve izdihama yakalanmaktansa teknesiyle tsunaminin üstüne gitmeyi öneriyor. (Lost da daha mantıklı değil, lütfen.) Sonra küçücük teknede bir avuç insan fırtınaya yakalanıyor. Daha sonra gözlerini hiç bilmedikleri bir yerde gözlerini açıyorlar. Vahşi hayvanlar, kalıntılar falan. Normalde hasta olup adada iyileşen kız bile var. Daha fazla yazamayacağım, ağlamaklı oluyorum. (Benim sonu da kötü değildi üstelik.) Bunun bir de ikinci cilt şeklinde oldukça karanlık, distopik bir devamını yazdım. O da bir şeylere benzer çıkmasa bari.

Neyse, üzerinden on beş sene geçti romana girişmedim. Artık öykünün tadını alamadığımdan mı bu travmayı atlatamadığımdan mı... Hayal gücüm hep benimleydi, yolda şarkı dinlerken klipler çekerken, evin odalarında dolanıp zihnimde öyküler yazarken.

Peki, bunca şeyi neden yazdım ve içimdeki o yaratıcı çocuğa ne oldu?

Cevap vereyim: Yine bir pazartesi iş başı yapacak. Yine işler yetişmeyecek, yine müşteri sıkıştıracak, yine stres diz boyu olacak. Çocukluğumdaki patronculuğu bıraktım. Aslında Halil Cibran tarzı bir bırakıştı bu; kimseyi yönetme, kimse de seni yönetmesin. Fakat iş hayatında kazın ayağı öyle olmadı. Tanıdığım herkesin etiketi şirketlerin tepesinde; benimkiyse tenasül uzvundan yukarı çıkamadı. Ama iş hayatının benden istediği gibi gri olmamakla avutuyorum kendimi. Kendini işle tanımlayan, bizi darlayan o müşterilerin çoğu tatillerde muhtemelen duvarları seyrediyor.

Yukarıdaki soruya bir daha cevap vereyim: İçimdeki çocuk ölmedi, sadece saklanıyor. Momo'ya ve Michael Ende'ye selamlar...  (Bu yazıyı yazarken Mika'nın yeni albümünü görmem tesadüf olamaz!)

***

Ay hadi dayanamadım. Bu, yeni albümden.


Burada da içindeki çocuğu öldürmemiş bir aile var:

1 yorum:

Isil Bayraktar dedi ki...

köpekbalığından kaçış çok tanıdık geldi bana, abimle oynardım ben de:) diğerlerini de ne güzel hatırlıyorsun dedim:)

Blogger tarafından desteklenmektedir.