Şehir Parkları: Modern Hayatın Tutunacak Dalı

Şehir planlamacısı veya mimarinin psikolojiye etkilerini inceleyen bir uzman değilim. Ama sadece bir vatandaş olarak yaşadığım şehir hakkında birkaç kelam etmemde ve yakın zamanda gördüğüm birkaç örnekle karşılaştırmamda sakınca yoktur herhalde.

İnsan, soluk almaya ihtiyaç duyuyor, özellikle şehir yaşamında yeşil alanların oranı, binaların tarzı ve rengi, sokaklarla genişliği, yolda yayalara verilen öncelik ve kaldırımların düzenlenişi... Her şey bir şehirdeki insanların psikolojisine bir şekilde etki ediyor. Bunu, altı aylık vizenin verdiği gazla şu ana kadar gidemediğim bazı şehirleri görme fırsatı elde edince iyice anladım. Birbirinden güzel evler ve sokaklar gördüm ama şimdilik parklara odaklanmak istiyorum.

* Milano'da şehrin içinde kocaman bir park vardı ve insanlar gayet keyifli bir şekilde günlük aktivitelerini gerçekleştiriyorlardı. İlk olarak gördüğüm bu parktan nasiplenen şanslı insanları çok kıskandığımı hatırlıyorum.



* Varna'daki park tabiri caizse iki katlıydı. Bir tarafı sahilden, bir tarafı yukarıdan devam ediyordu. Ekim ayında iç açmaya devam eden yemyeşil ve masmavi bir manzara eşliğinde...



* Atina'da vakit darlığından ve sağanak yağıştan içine giremesem de kocaman bir park vardı. Dışarıdan sık sık dizilmiş ağaçlarını görebildim.

* Münih'teki meşhur Englischer Garten'a park dersem çarpılabilirim, zira halis mulis ormandı. Yemyeşil ağaçların arasından geçen nehir ve ufak şelale, ördek sesleri ve insanların uzandığı, köpeklerini gezdirdiği geniş düzlükte sinir stres kalmaz. Haritadan gördüğüm üzere diğer şehre de uzanıyordu. Öyle şehir dışında da değil, merkezden yürüme mesafesinde.



* Zürih'te de tam ormanın içine girmedim ama insanların pazar günü çocuklarıyla geldiği hayvanat bahçesinin orkası dağ ve ormandı. Tramvayla merkeze on on beş dakika uzaklıktaki bir yerden bahsediyorum bu arada.

* Brüksel merkezde yeşile rastlamadım (ama merkezdeki binalara eşit mesafede durup meydanı ortaladığınızda ruhunuzun hafiflediğini hissediyorsunuz). Brüksel içinden nehir geçmeyen nadir Avrupa kentlerinden çünkü söylenene göre kurutmuşlar. Neyse ki Belçika'da Brugge var ve şehrin kendisi bir açık hava müzesi ve dört tarafı mamur bir park.



* Berlin II. Dünya Savaşı'dan sonra yaralarını sararken halkın nefes alacağı yeşil alanlar oluşturmayı es geçmemiş. Onun da hayvanat bahçesinin arka tarafı ormanlık alandı ama Mart kapıdan baktırdığı için gezip görmeye fırsat olmadı.

Gelelim İstanbul'a... Her gün ezilmeden eve gidip gelebildiğime şükrettiğim yollara sahip güzide şehrim yakın zamanda yapılan bir açıklamaya göre %1,5 oranında yeşil alana sahip. Yani, yukarıda bahsettiğim şehirlere göre mikroskobik bir oran. Ama hala en küçük yeşil alanın bile yok edilmeye çalışıldığını görüp kahroluyoruz. Çok büyük sayılmayacak olsa da Gezi Park'ına sımsıkı sarıldık çünkü her insan gibi bizim de hava almaya hakkımız var. Ne yazık ki Momo'daki gri adamlardaki gibi bir zihniyet hakim ve diğer şehir merkezlerinin aksine Taksim'e her gittiğimde geniş, şekilsiz bir betonla karşılaşmak üzücü.

İnsanların betona değil ağaca, toprağa ihtiyacı var!


İstanbul, İstiklal Caddesi:



Aklıma gelmişken, halkların şehir üzerindeki haklarını savunmaları hakkında bir kitap önereyim: David Harvey, Asi Şehirler.

Hiç yorum yok:

Blogger tarafından desteklenmektedir.