Gölgede Kalmış Bir Tarihin Bir Tanığı Anlatıyor: Saraybosna Blues


Saraybosna Blues – Semezdin Memedinoviç

“Köprüde yavaşladık,
nehir kıyısında köpeklerin
bir cesedi parçalayışını seyrettik
ve yolumuza devam ettik
Hiçbir şey hissetmedim…
Lastiklerin karı ezdiğini duydum,
elmayı ısıran dişler gibi
ve içimden kahkahalarla gülmek geldi
sana
çünkü buraya cehennem diyorsun
ve buradan kaçıyorsun, sanıyorsun ki
Saraybosna’dan başka yerde ölüm yok.” s. 14
Saraybosna Blues son zamanlarda okuduğum en etkileyici kitaplardan. Anlatı olarak geçiyor türü, içinde denemeden şiire ve hatta öyküye kadar çeşitli yazılar bir araya gelmiş. Ama öyle oradan buradan hatıra düşmüş rastgele yazılar değil bunlar. Hepsi bütünlük içinde aktarılmış. Kitabın etkileyiciliği bence üzerinde durduğu konu kadar samimiyetinden de ileri geliyor. Samimiyetinin nereden geldiğini anlamak için öncelikte yazarın kim olduğundan biraz bahsetmek gerek.
Semezdin Memedoviç, Bosna-Hersek doğumlu. Bosna-Hersek’in savaş içinde geçirdiği karmaşık ve vahşi günlerini eşi ve çocuğuyla birlikte bizzat yaşamış. Şu anda Amerika’da yaşıyor. Oğlunun yaşadıklarıyla birlikte kendisiyle sanki aynı anda yaşlandığına, tanıdığı insanların terörist oluşuna veya öldürüşüne şahit olmuş. Kitapta savaşla ilgili gözlemlerini, hislerini kitabın içerisinde eleştirdiği savaş habercileri gibi bir ürün ve acındırma unsuru olarak kullanmak yerine, hayatın acı bir gerçekliğini yüzümüze yumuşak bir anlatımla sert bir şekilde çarpmayı tercih etmiş. Kitabın bitiminde sadece Bosna-Hersek’te yaşananlar değil, tüm dünyadaki savaşlara ve bu savaşlara seyirci kalanlara (hatta biraz da bir şey yapamadığınız için kendinize) lanet ediyorsunuz.
Savaş döneminde Bosna-Hersek’te ölüm sıradanlaşmıştır, her an her yerde insanları yakalayabilir. O sıralar sıkıntısı çekilen suyu almaya giden birisi atılan el bombalarından veya başka birisi yaptığının bilincinde bile olmayan bir çocuğun tüfeğinden çıkan kurşun yüzünden can verebilir. Bu yazara ve tabii ki diğer insanlara sürekli bir can korkusunun yanı sıra bir de psikolojik travma yaşatmaktadır. Haberciler, sadece haber yapma peşindedir. Entelektüellerin kimisi nedenlerin üzerine gitmeden yüzeysel bir üzüntü yaşamakta kimisi de keyfine bakmaktadır.
Kitaptaki etkileyici yerleri işaretlemek için elime kalemi aldım ve kalem elimden hiç düşmedi diyebilirim. Arka kapakta günümüzde oldukça bahsedilen Amerikan romancılarından Paul Auster’dan da bir alıntı var: “Sarasbosna Blues, hem bir savaş muhaberatı hem bir felsefi soruşturma.” Katılmamak elde mi… Ayrıca “blues” kelimesinin de bu kitabın adında geçmesi çok isabetli olmuş. Aynı siyahilerin sıkıntılarını en içten duygularıyla anlattığı “blues” parçaları gibi her bir metin.
“Duvarlarda hayatım boyunca unutamayacağım kulak tırmalayıcı bir ses yankılanıyor. Askerler çözülsün diye donuk tereyağ kalıplarına bıçaklarının sapıyla vuruyorlardı. Aynı duygu tekrarlanıyor.” s. 82
“On yıl önceki bir sohbeti anımsıyorum. Karlı bir gündü ve küçük bir çocuk bana şu soruyu sormuştu: ‘Hayattaki en önemli şey nedir?’ Bu soruya cevabım olmadığı halde bir şeyler gevelemiştim. Oysa çocuk, beni dinlememişti bile ve sorusunu tereddütsüz kendi cevaplandırmıştı: ‘Bence en önemli şey, hayatta başına birçok şey gelmesidir ki, anımsayacak bir şeyin olsun!’” s. 83
Doğu Avrupa edebiyatından, insanlığın kara lekelerinden birini kendi bakış açısından anlatan bu duyarlı yazarın kitabı incecik, ama içerdiği ve bize taşıttığı yük çok ağır…
Tuğçe Ayteş

Hiç yorum yok:

Blogger tarafından desteklenmektedir.