Vapurda Üç Adam


Çocukluğumda annemle babam beni vapura bindirmek istediklerinde ciğerlerim paralanırcasına ağlarmışım. Diğer yolcuları da tedirgin edermişim “Çocuk kesin bir şeyler sezdi. Batacak mıyız yoksa?” diye. Üzerinden yıllar geçmesine rağmen bu sebepsiz korkuyu bir türlü yenememiştim. Ta ki Cağaloğlu’na gel-gitlerimin zorunlu hale gelmesine kadar.

Kitapların mutfağına ulaşma isteğim o kadar yoğundu ki çocukluğumdan kalma vapur işkencesine bile artık katlanır hale geldim. Hatta kitap okumaya, etrafı gözlemlemeye bile başladım. Hâlâ sorun yaşamıyorum desem yalan olur. Bir kere lodosta vapur denize bir dalıp bir çıkarken dizlerime kadar ıslandım da görevlinin ricasına rağmen içeri girmedim. Vapurun içerisi bana göre bir hapisten farksız. Havaların artık pek soğuk olmaması benim için bir şans bu konuda.

Gerçi birkaç ay önce vapurlara benim yaptığım bir haksızlığı fark ettim dürüst olmak gerekirse: En üst kat. Alabildiğine havadar ve manzara daha da gözler önünde. Rüzgârlı havalarda insanın yüzüne vuran soğuk hava dalgası ve savrulan saçların pek de önem arz etmediği bu mekânı daha önce keşfetmemiş olmam gerçekten yazık. Üst katı olan vapurlara denk geldiğimde kitap sayfalarında gömülmek yerine, içine tıkılıp kaldığım İstanbul’un her şeye rağmen hâlâ büyüleyici olduğunu görüp o anların tadını çıkartıyorum.

Üst kata çıkan insan sayısı güzel havalarda bile alt katlardan gözle görülür derece az oluyor. Hayat böyledir zaten, yukarılara herkes çıkmaz, çıkan da -benim gibi- tadını aldı mı inmez. Bu katta genelde vapur tiryakileri ve ilginç tipler gördüm şu ana kadar. Ama hiçbirisi benim aklımda o üç “adam” kadar yer etmedi. Öyle ki onları görmemden biraz zaman geçmiş olsa da artık dayanamayıp onları yazmaktan kendimi alıkoyamadım.

Güneşli ve hafiften rüzgârlı bir gün, büyük bir vapurun en üst katında, en sağdaki yerlerden birine oturup denizi seyretmeye başlıyorum. Vapur hareket ederken şöyle bir etrafa bakıyorum, çok az kişi var. Bu kişilerden üçü bir arada neşeli neşeli konuşuyorlar. İstanbul’da yüzü “gerçekten” gülen insan görmek zordur. İkircikliliği kastetmiyorum, demek istediğim kimse hayatından memnun değil. Yine de tanımadığım bu üç kişiye gözümü dikip bakmıyorum. Gözlerimi manzaraya geri çeviriyorum. Önce küçük çocuk gelip benim bulunduğum hizadan parmaklıklara tutunup aşağıya bakıyor. Sonra ardından cüce adam geliyor. Yüzü çocuktan şence. Diğer adam da oturduğu yerden izliyor onları. Cüce adam çocuktan ufak, manzarayı görmek için parmak uçlarına çıkıyor. Martılar her zamanki gibi vapurun ardına takılmış, ekmek ve simit peşinde. Üçü de hayretle, hayranlıkla ve gülerek izliyorlar bu su kuşlarını. Haydarpaşa’daki saatli binayı işaret ediyorlar birbirlerine. O sırada anlıyorum yüzlerinden, gözlerinden ve sözlerinden; bu, onların vapura ilk binişleri… Belki de İstanbul’a ilk gelişleri.

Vapura senelerce ağlayarak binmiş biri olarak onların bu hali, hayli ilgimi çekiyor. Onların her şeyi yeniden keşfi üçünü de çocuk yapıyor. Oysa ben bu deneyimi defalarca yaşadığım için yaşlı bir kadın gibiyim. Sahi kadın demişken… Bu erkeklerin kadınları neredeydi acaba? Veyahut kadınları var mıydı? Anneleri, kız kardeşleri, eşleri, halaları, teyzeleri? Bana öyle geliyor ki bu üç adam yalnız. Çocuk muhtemelen cüce olmayanın oğlu, cüce de çocuğun amcası falan. Aralarındaki bağın gücü dışarıdan bile seziliyor. Muhtemelen aynı evde falan yaşıyorlar. Belki de çocuğun annesi ölmüştü, kim bilir… Ama ne yaşamış olurlarsa olsunlar o sırada çok mutlular, kendilerine sorsanız belki de dünyanın en mutlu insanları…

Belki de memleketlerinden bir umutla “taşı toprağı altın” İstanbul’a göç ettiler. Ah, hiç kimse size söylemedi mi? O altın dedikleri, yaldızlı bir kaplama. Gide gele aşınıyor, altından da çakıldan değersiz bir taş çıkıyor. Ama rüyalarından uyanana kadar onları huzursuz etmeye hakkım yok. Hem belki sadece bir tanıdıklarını ziyarete geldiler ve bunu bir vapur gezisiyle taçlandırmak istediler.

Mavi yolculuk değil ki bu, günlerce sürsün… Yirmi dakika sonra vapur Sirkeci’ye varıyor. Ve bu üç adam benim varlığımın farkında bile olmadan vapurdan iniyorlar. Halbuki onlar tek tek, birey birey içime işliyorlar. Arkalarından ben de iniyorum. Vapurda duran zaman, tekrar canlanıyor ve hayatım eski ritmine geri dönüyor. Babıâli yokuşunu hızla çıkmaya başlıyorum…

Hiç yorum yok:

Blogger tarafından desteklenmektedir.