Metin (Öykü)


Ağaç.

Taksi.

Kaldırım.

Siyah araba.

Gri araba.

Trafik ışıkları.

Yağmur damlaları.

Bir tabela. Ne yazıyor?

Elinin tersiyle camı sildi. Tabelayı okuyamadı. Önemli değil.

Şarkı bitti. Kaseti geri sardı. Bir daha dinlemek istiyordu.

But I’m a creep / I’m a weirdo / What the hell am I doin’ here / I don’t belong here…[1]

Buraya ait değil. Tanrının hatalarından biri. Ağlayan, acıklı bir fazlalık.[2]

İçini çekti. İkinci koltukta pencere kenarı bile fazlaydı ona. En arka koltukları aklından bile geçiremezdi. Onlar, popüler çocuklarındı. Popüler çocukların etrafı hep kalabalık olurdu.

Ayakkabı bağcıklarına baktı. Sıkı sıkı bağlamıştı. Bağcıkları sıkı sıkı bağlı çocukların arkadaşı olmazdı.

Kavşak göründü. Okula az kaldı demek. Yedi ders, sonra yine eve geri. Sekiz ders olmaması iyi. Geçmesi gereken fazladan bir saat yok demek bu. Çantasına baktı. Defterler, ders kitapları, bir de Sineklerin Tanrısı, tamam. Teneffüsler uzun.

Okul kapısının önünde durdu servis. Arka sıra mümkün olduğunca oyalanma peşinde. Halbuki onun için beklemenin bir anlamı yok.

Bezgin adımlarla sarı-kahverengi bahçeden geçti. Okula girip sıraya oturana kadar geçen ıstırap süresi. Bahçede ikili, üçlü, dörtlü gruplar halinde muhabbet eden formalı yaşıtları. Kafasını çevirip bakan yok. Sanki başka bir boyutta. Kimse onu görmüyor, kimse onun farkında değil.

Önce ana kapıdan, sonra sınıftan içeri girdi. Çantasını bıraktı sıraya. Oturdu. Dersin başlamasına daha on beş dakika vardı. Gözleri tahtaya dikerek geçmeyecek tam on beş dakika. Sineklerin Tanrısı’nı çıkarttı. Merhabalar, n’aberler, selam dostumlar arasında kaldığı yerden devam edecekti okumaya.

İşte, arkadaşları da kapıdan girdi, yani eski arkadaşları. O sırada Metin’in yanında olmasını diledi. Kızlardan biriyle bakıştı. Düşmanca, nefret dolu bir bakıştı bu. Annesini mi kesmiş, babasını mı doğramıştı? Hayır, bağcıklarını sıkı sıkı bağlamıştı sadece.

Eski arkadaşları sınıfın başka bir köşesine oturdular. Üç kafa birbirine yaklaştı, sohbet başladı. “Gördünüz mü biz içeri girerken nasıl bakıyordu inek?” ya da “Yan sınıftaki Selim benden hoşlanıyor mu acaba?”nın dışına taştıklarını pek sanmıyordu. Sıkıcı şeyler… Belki de sıkıcı olan kendiydi… Kime sorabilirdi ki? Okulda kimse yoktu ona makul bir yanıt verecek. Akşam Metin’e sorardı. O bilir yanıtları.

Dersin başlamasına yakın, sınıftakiler iplerini koparmışçasına içeri doluşmaya başladı. Hep böyle olur. Kravat takmayanlar, gömlekleri dışarı da olanlar, beyaz spor ayakkabı giyenler, saçı fönlüler her zaman sona kalır. Koşuşturma alışıldık, ama tepkiler farklı farklı. Sınıfta oturmanın yararı… Eve gittiğinde bunları yazacak. Onların bilmediği kendi dünyasında her şeyi yapılabilir.

Sahi… Önce yarım kalan ütopyasını bitirmeli. Beş genç büyük bir deprem esnasında bir tekneyle kaçmaya çalışırlar. Sonra bilmedikleri bir adaya sürüklenirler. Kahramanlardan birinin kardeşi de ölümcül bir hastadır ama orada mucizevi biçimde iyileşir. Bununla da kalmaz, kahramanlarımız o adada akıl almaz bir uygarlığı keşfederler. Evet. Bunu yazıp bir yerde yayımlatsa ne güzel olur… Ama yok, kim okur ki onun yazdıklarını? Aa, sonra bir de karşı ütopya yazar. Tüm o muazzam uygarlık kötü güçler tarafından yerle bir edilir, kahramanlarımızsa nihai bir yok oluşu önlemeye çalışırlar.

Öğretmen, pardon hoca, öğretmen diyen ilkokul çocukları, sen dersen dalga geçerler, içeri girdi. Herkes, Pavlov’un köpekleri misali şartlanmışçasına ayağa kalktı. Öğretmen, unutmamalı, hoca eliyle oturmalarını işaret etti. Ödevlerini yapmışlar mıydı? Sınıftakiler homurdandı. Hoca aldığı sessiz yanıttan öfkelenmiş olacak ki ilk geldiğinde durgun olan gözlerinde şimşekler çaktı. Not defterini çıkarttı. Sözlüye hazır mısınız? Öğrencilerin kaderi, Vahşi Batı’nın en hızlı defter çıkartan ve not veren hocasının elinde.

İnsanın çilesi bir harf öğrenmekle başlarmış. Yolun başında bunu bilseydi… Üç buçuk yaşında annesine itiraz etseydi… En azından ilkokulu bekleseydi… -Bu çocuğu ikinci sınıfa geçirelim. Birinci sınıfın bütün konularını biliyor. -Hayır, bence geçirmeyelim. Sonra bir yaş büyükleri arasında bocalar. Anaokulunda anlamalıydı; yaşıtları öğlenleri yataklara pırasa gibi serildiğinde, o yan odada Legolardan değişik binalar tasarlarken bunu anlamalıydı. Artık çok geç.

“549, üçüncü soruyu yanıtlar mısın?”

Ayağa kalktı. Ağzından doğru yanıt çıktı, çok düşünmesi gerekmeden. Ama kelimeler döküldükçe büyüyor, tahtanın önünde askıda kalıp sınıfın havasını ağırlaştırıyor gibiydi.

“Aferin, oturabilirsin. Arkadaşınız dersine çalışmış. Biraz örnek alın.”

Etrafında bakmadan oturdu. Bakışların, hiç de dostane olmayan bakışların ona yöneldiğini hissetti. İşte bu anlardan nefret eder. Öğretmen, hoca, sözleriyle ona hak etmediği bir varlık verir, orada olmaması gereken, oraya fazla bir varlık. Kalorifer peteğinden aniden çıkıveren bir hamam böceği misali.

“Artık yanımızda dolaşmanı istemiyoruz. Seninleyken kimse bize bakmıyor. Gömleğinin bütün düğmeleri kapalı, ayakkabılarının bağcıkları da sıkı sıkı bağlı. Hele saçların…” Kimseyle birlikte dolaşmaya, kimsenin kısmetini kapatmaya hakkı yoktu. Hem ilk kez gelmiyordu ya başına. İlkokulda da sen bizimle oynayamazsın, seni istemiyoruz laflarını işitmemiş miydi? İstenmek için gerekli şartlar onda yoktu, anlasa ya.

Metin farklıydı. Onu dışlamazdı, bir şey söylediğinde mavi gözleri ışıl ışıl olurdu da öyle dikkatle dinlerdi, tavsiyeler verdiği bile olurdu. Metin, bu ezici dünyada onu ezmeye çalışmayan tek kişiydi sanki. Tek sorun, gündüzleri yanında olmamasıydı. Keşke olsaydı. O zaman ilkokuldan sonra kontrolsüz biçimde kıvırcıklaşan saçları yüzünden ona “kadayıf” diyen arkadaşlarının karşısında durur, “Asıl sizsiniz kadayıf,” derdi. Metin bunu söyleyebilirdi de kendi neden söylemezdi? Bilemedi.

Evdeki ağlama krizleri ne zaman başlamıştı? Bağcıklarının bile yalnız kalma nedeni olduğunu öğrendiğinde mi? Neredeyse üç sene eder bu. Annesinin üzgün gözlerini, endişeyle çatılan kaşlarını düşündü.  “Ben bu kızla nasıl baş edeceğim, onu nasıl mutlu edeceğim?” İç geçirdi. Anne yapma böyle… Beni de üzüyorsun… demek isterdi ama diyemezdi. Ona bu acıyı çektirmeye hakkı yoktu. Ne ki kendisi de bu davranışları, bu duyduklarını hak etmiyordu. İnsanın kendinden farklı olana tahammül edemediği bir dünyaydı burası. Yaşıtlarını düşündü. Hayatları boştu, tekrarlardan, yüzeysellikten ibaretti.

Askıların yanında oturan bir kız, onun montuna değdi, tiksintiyle irkildi. Montu marka değildi. Kız, iğrenen gözlerle baktıkça zavallı mont sanki utancından kırışıp büzüldü. Okulda hemen hemen herkesin giydiği montlardan da o nefret ediyordu. Yapımında balina yağı olan bir montu üstüne para verseler de giymezdi. Yaşıtlarının aklına geliyor muydu bu? Düşündü… Belki de dışlanmayı hak ediyordur.

Metin’i ilk gördüğü zamanı hatırlıyordu. Sarı saçlı, mavi gözlü yabancı bir erkek duruyordu karşısında. Kimdi, neyin nesiydi bilmiyordu. Tek kelime etmemişlerdi ama içinde birden onun adının Metin olduğunu hissetmişti. Metin gülümsediğinde dış dünyadaki bütün buzlar erirdi adeta. Metin dinlediğinde onu anlayan birileri olduğunu hissederdi. Metin ona baktığındaysa sevildiğini.

Ama tek sorun onu yalnızca akşamları görmesiydi. Gözlerini açıp bu dünyanın soğukluğuyla yüzleştiğinde Metin de gitmiş olurdu. Onu akşamlardan çekip çıkarmayı denemişti birkaç kere. Mesela bir defasında, minibüste yanında Metin’in oturduğunu hissetmeye çabalamıştı. Metin, Metin, Metin… Ama olmuyordu, becerememişti. Belki de Metin istememişti gelmeyi.

Metin varken yalnızlığını hissetmiyordu ancak Metin konusunda yalnızdı. Kimseye anlatamazdı, anlatmamalıydı. Hele annesi duysa ne yapacağını şaşırır, kahrolurdu. “Kızıma neler oldu böyle? Nasıl geldi bu hale?” On sene önce olsa güler geçerlerdi. “Metin demek, anlat bakalım nasıl biriymiş?” Fakat şimdi…

Ne olursa olsun Metin okula gelmemeliydi, evet. Dayanmalı ve yatağıyla yorganı arasında kaybolduğu anı beklemeliydi onu görmek için. Bunu düşündükçe saatler gün oldu, dakikalar saat, saniyeler dakika. Teneffüste birkaç sayfa daha okudu kitabından. Birbirine kötü davranan çocuklar… Devam edemedi. Neden, neden, neden? Yaşlar, gözlerinin uçlarında birikti. Ağlamadı, bunun için de beklemeliydi.

[1] Ama tuhaf bir tipim / Garibim / Burada ne halt ediyorum / Buraya ait değilim.
[2] Placebo’nun Song to Say Goodbye parçasından.

Hiç yorum yok:

Blogger tarafından desteklenmektedir.