Masumiyete Dönüş (Öykü)



Evladım, şuradaki makarayı uzatsana bir zahmet. Ellerin dert görmesin. Okul nasıldı bugün? İyiydi dede. Yine neler öğrendik neler. Öğretmenim bana aferin dedi. Benden de aferin o zaman. Bir çift boncuk göz, çuvaldızın kalın kumaşa girip çıkmasını seyretti. Morumsu dudaklar arasından tam oturmamış bir dizi takma diş. Dede, büyüyünce ben de çarık dikeceğim. Çok ders öğrendim ben! Dişler eski yerlerine saklandı. Daha çok öğren kızım. Ama yerin burası değil yüksek yerler olsun. Biz okuyamadık… Neyse git bak bakalım ninen topluyor mu portakalları?

DİNG!

“Sevgi, tutku,

His, duygu”[1]

Ninecim niye ama niye niye! Evladım, sus, Allah’ın takdiri. Dedenin bu dünyadaki zamanı dolmuş demek ki. O da yanına almış. Uzun eteği bacaklarına takıla takıla koştu kelleşmiş çimenlerin üstünde. Derme çatma atölyenin önünde durdu. Parmak uçlarını ve burnunu yapıştırdı cama. Ağaç kütüğünden bozma masada duruyordu çuvaldız. Çocukça öfkesiyle daldı içeri. Elleri titreye titreye ipliği geçirdi. Yarım kalmış çarığa sapladı koca iğneyi. Çıkardı. Bir daha sapladı. Bir daha çıkardı. Bir daha, bir daha. Ah! Parmağını acıyla çekip ağzına soktu. Demirimsi tat. Gözyaşı çuvaldızdan önce düştü yere.

DİNG!

“İçinden geliyorsa, gülümsemeye başla

Kendini tutamayacaksan, çekinme ağla”

El kadar yavru. Ne yapar ne eder? Biz ne kadar bakabiliriz ki ona? Öyle deme bey, Allah izin verirse, evlatçığa anne baba da oluruz, dede nine de. Şükretmek gerek. Hanım, haklısın da merak ediyor insan, dünya hali bu. Şimdiden senin belin tutmaz, benim gözler görmez… İleride… ileriye çıkarsak… Hem ne yedirir ne içiririz? Çarıklar var, portakallar var. Çocuk rızkıyla gelir derler. Gün doğmadan neler doğar. Haydi, sıkma canını. Zaten evlat acısı oturmuş içimize. Ne şanslıymışız ki ondan bir parça ihsan edildi bize. Yeni buruşmaya başlamış bir el, hafif çökmüş omuza dokundu. Tiz bir bebek ağlaması.

DİNG!

Dede! Dede! Portakallar değil de… Ninem kavurma yapmış. Deden gelsin soğumadan diyor. Kutu gibi atölyenin dökülen penceresi önünde durdu. Dedenin çuvaldızı havada kalakalmış. Dede, nereye bakıyorsun? O da aynı yöne çevirdi minik gözlerini. Kalakaldı öylece. Niye bakıyorsunuz bana? Saçını başını yolacak gibi oldu. Bakmayın n’olur! Gerekliydi, vallahi gerekliydi. Çok… çok yaşlanmıştı. İş göremez olmuştu. Yoksa durduk yere niye “İmdat efendi, emir maalesef büyük yerden” diyeyim. “Hanımım, torun torba…” Ah, İmdat efendi. O cümleyi tamamlayacaktın. Tamamlayacaktın o cümleyi. Siz de, yeter bakmayın bana. Hele dede sen… Çarık. Çuvaldız. Okul. Sınavlar. İş.  Hepsi senin suçun dede. Benden bunu istemeyecektin. Şey… ben… böyle demek istemedim aslında. İstemedim… gerçekten…

DİNG!

“Sonun başlangıcı değil bu

Bu, kendine dönüş

Masumiyete dönüş.”

Halime hanım, inmeyecek misiniz? Geldik. Aynada gözlerini gördü. Gece boyu ağlamaktan şişmiş gözler. Çalan şarkı değişmiş. Başını çevirdi. Asansörün her yanı parlak metalik gri. İmdat beyin tazminatı yattı, dekontu burada, kendisine iletirsiniz. Bakışlarını kâğıt parçasına indirdi. Tabii, iletirim… iletirim. Kapıdan sonsuz bir koridora adım attı.

[1] Enigma, “Return to Innocence”.

Hiç yorum yok:

Blogger tarafından desteklenmektedir.