The Station Agent: Taşra Sıkıntısının Tren Yolundan Yansımaları


Türkçeye romantik bir şekilde Hayatın İçinden diye çevrilen The Station Agent, biraz yalnızlık, biraz arkadaşlık, bolca taşrayı anlatan olaysız, sevimli bir film. Bana aynı anda hem Anayurt Oteli'ni hem de Little Miss Sunshine'ı hatırlattı. (Anayurt Oteli mevzusuna döneceğim.)

Oyuncular arasında Game of Thrones'un biricik Tyrion'u Peter Dinklage, fena halde Till Lindemann'a benzettiğim Bobby Cannavale, Patricia Clarkson ve Michelle Williams var.

Taşrada yalnız bir cüce olmak


Finbar, kısaca Fin, birlikte çalıştığı, hayattaki tek arkadaşı vefat edince, birlikte çalıştıkları dükkanın binası da satılınca ondan miras kalan küçük bir taşra istasyon binasına taşınmak durumunda kalır. Fin'in tek isteği yalnız kalmaktır ama şansına yeni komşuları fazlasıyla arkadaş canlısı çıkar. Küçük bir kamyonda sosisli sandviç ve kahve tarzı atıştırmalıklar satan Joe, Fin'i görür görmez onunla kaynaşmak ister. Aynı zamanlarda, en yakın markete yürüyerek giderken oğlunun kaybı ve boşanmanın etkisiyle kendini resme vermiş ve dolayısıyla aklı yoldan başka yerlerde olan Olivia'nın arabası altında kalmaktan iki kere son anda kurtulur. Filmin olayı bu. Karakterleri yakından tanımak ve birbirleriyle ilişkilerine tanıklık etmek. Herkes çok sempatik olduğu için gözleriniz başka şey aramıyor.

Fin'in yalnız kalmak istemesi gayet insani. Ama özellikle taşrada onun cüce olması göze batıyor. Yolda yürürken, barda içki içerken, kütüphanede gezerken hep tacizkar bakışlara maruz kalıyor. (Bu arada küçücük yerde bile kütüphane var...) Filmin bir yerinde, çok içkiliyken daha fazla dayanamayıp bar taburesine çıkıp haykırıyor: "İşte buradayım, bakın bana!" İnsanların çoğu gözünü kaçırıyor, önüne bakıyor, bu açığa vurmadan utanıyor. Fin'in huysuzluk yaptığı Joe ise daha en baştan beri ona arkadaş gözüyle bakıyor, Olivia da aynı şekilde. Kütüphanede başta ondan irkilen Emily daha sonra onun kız arkadaşı oluyor.

Şuraya bir not düşeyim. Joe çok eğlenceli bir karakter. Tam mahallenin muhtarı. Zaten bir avuç insan olduğu için hemen herkesi tanıyor. Fin daha yeni gelmişken Oliva'nın onun evinden çıktığını görünce kapısına dayanıp koltuklardan birine yerleşiyor. "Seni seni" sırıtması altında "Ee, anlat bakalım" diyor. Bir ara da "Daha önce hiç, bir kadınla birlikte oldun mu?" diye soruyor. Evet yanıtı alınca da "Cüce miydi normal boyda mıydı?" diye soruyor. Fin'in cüceliğini vurguladığı tek yer burası.

Fin biraz da insanların tepkisinden korkarak kendini geri çektikçe kendine arkadaş ediniyor. Bunlardan biri de Cleo. Cleo, Fin'i sınıfında ikisinin de hayran olduğu trenler hakkında küçük bir konuşma yapmaya ikna ediyor. Sınıfta da dalga geçenler oluyor ama Cleo ona manevi destek veriyor, öğretmen de dalga geçen çocuğu sınıftan çıkarıyor. Fin'in etrafına ördüğü duvarlar her yeni arkadaşla birlikte biraz daha yıkılıyor.

Anayurt Oteli'yle karşılaştırmak


Aslında böyle bir karşılaştırma ne kadar doğru bilmiyorum. Birçok farklılığa rağmen taşrada geçmesi, baş karakterin yalnızlığı ve belki de tren muhabbeti bana Anayurt Oteli'ni hatırlattı. Aslında Zebercet aynı koşullarda yaşayan karakterler ama olay örgüsü çok farklı ilerliyor. Zebercet yalnızlığını hastalıklı bir şekilde yaşıyor. Hayatına kimseyi sokmuyor. Hizmetçi kadın uyurken ona tecavüz ediyor. Sonunda da Nurdan Gürbilek'in Yer Değiştiren Gölge'de belirttiği üzere, yaşamda bulamadığı anlamı ölümde bulmaya çalışarak intihar ediyor.

Bu noktada Fin (doğru sözcük mü emin değilim ama) daha şanslı. Onu hayata katmak isteyen ve onu bırakmayan samimi dostlar ediniyor. Hayatın anlamını ölmeden bulabiliyor. O tek arkadaşın kaybı Zebercet için yıkıcı olabilecekken Fin için mekan değişikliğiyle birlikte yapıcı oluyor. Filmin özeti aslında tek bir cümle. Tabutta Rövaşata'daki Mahsun'dan gelsin: "Ama arkadaşlar iyidir."

Hiç yorum yok:

Blogger tarafından desteklenmektedir.