Pisliğe Batmış Günah Şehri: Sin City

Sin City (Günah Şehri) 2005 yapımı bir film. Frank Miller'ın çizgi romanlarından uyarlama. Bu hafta Sin City: A Dame to Kill For (Günah Şehri: Uğruna Öldürülecek Kadın) vizyona girdi. O yüzden sinemada ona gitmeden önce ilk filmi izledim.

Filmin ilgi çekici birçok yönü var. Bence en başta çekim tekniği. Sonra ünlü oyuncular ve parçalı kurgu. Sevmediğim iki yönünü de sonra belirteceğim. Sürprizbozanlara karşı dikkatli olmakta fayda var.

Öncelikle, mevzu bahis şehrin adı aslında "Basin City". Basin, kirli suların biriktiği bir lavabo anlamında düşünülebilir. Söz oyunuyla "Sin City" kısmı alınmış. Herkes bir şekilde pisliğe batmış durumda. İyi niyetlileri de kendi bataklıklarına çekmeye çalışıyorlar.

Çekim Tekniği


Film siyah beyaz çekilmiş. Ama gerek görüntülerin akışı gerekse sesin geliş yönü size çizgi romanın içindeymişsiniz hissi veriyor.

Bazı renkler (belki de günahı temsil eden renkler) olduğu gibi verilmiş. Kan bazen beyaz olarak gösterilirken genelde kırmızı. Senatörün Hartigan (Bruce Willis) tarafından haşat edilen oğlu daha sonra özel tedaviyle sarı adam olarak karşımıza çıkıyor. Mavi ve yeşil gözler, kırmızı ve mavi arabalar, Dwight'ın kırmızı Converse'leri... (Renkli gözlülerin kurban olduğunu düşünmüştüm ama sonradan tahminim boşa çıktı.) Renkler kesinlikle özel şeyleri vurgulamak için kullanılmış. Ölüm, erotizm, hastalık...

Parçalı Kurgu


Filmde dört kere jenerik gördüm. Toplamda anlatılan üç hikâye ve üç kişiyle onların etrafındakiler var. Alışageldiğimiz kesişme noktaları olmasa da ortak noktalar var. İlk ilki bölümde baş karakterler Nancy'yi (Jessica Alba) tanıyorlar. İlkinde âşık olunan kadın, ikincisinde arkadaş. İlk iki karakter bir kere birlikte oldukları kadın uğruna hapse düşüyor ve işlemedikleri suçlarla suçlanıyor. (İlk filmde senatörün yetkilerini aşırı kullanıp oğlunu muhtelif yerlerinden vuran Hartigan'a bütün suçları yüklemesiyle Günah Şehri'nden çok uzak yaşamadığımızı hissedebiliriz.) İlk iki filmde kurbanların vurulmadan önce gözleri renkli görünüyor. Kurbanlarda uygulanan bir teknik derken ortak karakter taşımayan üçüncü film tahmin mahmin bırakmıyor.

Film üç ayrı film gibi. Üç seferde de adı farklı. Sırayla That Yellow Bastard (O Sarı Piç Kurusu), The Hard Goodbye (Zor Elveda) ve The Big Fat Kill (Koca Yağlı Cinayet). Çok karmaşık değil ama bir şey çıkar diye filmi dikkatli izlemek gerekiyor. Bir süre sonra acabalarla baş başa kalıyorsunuz. Çizgi roman gibi olduğu için abartılı sahneler göze batmıyor. Vurulma sahneleri sürekli tekrarlanıyor, karakterler ölmek bilmiyor. Sürekli birileri birilerini tokatlıyor, özellikle kadınlar erkekleri.

Ünlü Oyuncular


Filmleri izletmenin garantili yolu ünlü oyuncular. Yine de oyunculara yaslanmış bir film diyemeyiz. Ayrıca seçimler gayet iyi. (Bence Clive Owen hariç). İlk filmde Bruce Willis Kadir İnanır rolünde. Küçükken kurtardığı ve sürekli direkt dansı yapan kızı kötü yoldan çekip çıkarıyor, hayırsız adamlardan uzaklaştırıyor. Düz burunlu Mickey Rourke Cüneyt Arkın rolünde. Bir kerede bir alay adamı yere seriyor. Clive Owen da Ekrem Bora rolünde diyeyim ama sadece eksik kalmasın diye. Clive Owen'ı hep kasıntı bulmuşumdur.

Filmin künyesine bakmazsanız epey sürpriz isimler sizi bekliyor. Josh Hartnett kiralık katil. Rahmetli Brittany Murphy üçüncü filmin baş kadınlarından. "Elijah Wood mu o?" Evet o, hem de psikopatın önde gideni. Kadınları yiyip yiyip duvara asmış. Uzuvları kesikken, köpek onu yerken bile bağırmıyor manyak. Benicio del Toro da garip bir rolde, ölüp ölüp diriliyor mu belli değil. Başındaki bıçakla konuşurken Levent Kırca parodisini hatırlamamak elde değil: "Ne kodun lan kafana?"

Eril Anlatım


Gelelim bana olumsuz gelen yönlere. Film, eril bir film. Baş karakterler zaten erkek, o bir kenarda dursun. Kadınlar yine âşık olunan, pasif bir öğe. Erkeklerin gölgesi olmaktan öteye gidemiyorlar. Hele Nancy, kendisini kurtaran Hartigan'a resmen sülük gibi yapışıyor.

Üçüncü filmde silahlanıp kendi aralarında pezevenkten yoksun bir çete kuran fahişeler başta "toparladılar galiba" hissi veriyor ama onlar da durumu kötüleştiren Dwight'ın pisliğini temizlemesiyle ancak düze çıkabiliyor. Oysa üçüncü filmde Japon savaşçı Miho'nun (Devon Aoki) veya kadınların lideri olan Gail'in (Rosario Dawson); fakat ille Clive Owen kurtaracak hepsini.

Çizgi romanda da öyle olabilir. O zaman o da eril bir anlatıma sahiptir. Gerçi süper kahraman filmlerinden hangisinde kadınların sağlam bir rolü var, tartışılır.

Çok Anlatım


"Çok"tan kastım konuşmanın hiç kesilmemesi. Amerikan filmlerinde böyle bir şey var. (Quentin Tarantino ve Woodie Allen'da da oluyor.) Karakterler konuşuyor, sustuklarında iç sesleri konuşuyor, susmasalar dış ses gelecek neredeyse. Bir es verin gözünüzü seveyim. Kırk beş dakika uzaklara bakmalı sanat filmi olsun da demiyorum. İnsan sahneleri azıcık sindirmek istiyor. Jenerikler çıkınca iki saat konuşma var. Biraz yorucu o bakımdan.

Genel olarak izlenebilecek, güzel vakit geçirtebilecek ve farklı bir çekim tekniğiyle tanışmanızı sağlayacak bir film. Ayrıca abartılı öğelere rağmen yaşadığımız yerle epey ortak nokta bulmak zor değil...

Hiç yorum yok:

Blogger tarafından desteklenmektedir.