Kapadokya Konya Arasında İki Gün


Gezmek için havaların ısınmasını ve bir hafta izin almayı bekleyenlerden misiniz? O zaman çok şey kaçırıyorsunuz.
Bir hafta sonunuzu ve bütçeyi çok sarsmayacak bir miktarı (hediyelik eşya ve yerel yemekleri görünce gözünüz dönmüyorsa tabii) ayırarak harika vakit geçirebilirsiniz.
Bir arkadaşımın önerisiyle kendimi Kapadokya-Konya turunda buldum. Esas amacımız Şeb-i Arus törenlerini dünya gözüyle görebilmekti. Katıldığımız tur normalde Cuma gecesi çıkışlı Pazar gecesi dönüşlü. Ama biz Şeb-i Arus’un son günlerinde gittiğimiz için Perşembe çıkıp Pazar sabahı döndük.
Gezi otobüsümüz Kapadokya bölgesinin üç ili Aksaray, Niğde ve Nevşehir ile Konya’dan geçti.
İlk durağımız Ihlara Vadisi’ydi. İkinci gelişim olmasına rağmen benim için etkileyiciliğini koruyordu. Bizden önceki hafta gelen grup aşağı inerken kardan dolayı zor anlar yaşamışlar. Elimdeki makineyle hafif buzlu merdivenlerden aşağı yuvarlanmamak için kaplumbağa hızıyla inmem dışında bir sıkıntı yaşamadım.
Ihlara Vadisi’nde birçok kilise bulunuyor. Rehberimizi bizi bunların en meşhuru ve korunmuşu olan Ağaçaltı Kilisesi’ne götürdü. Kilisenin duvarlarında ve tavanındaki resimlerin her biri İncil’den bir sahneyi anlatıyordu. Oldukça yıpranmış olmalarına rağmen canlı renkler etkileyiciliklerini hâlâ koruyordu..
Daha önce de beni çok etkilemiş olan yeraltı şehrine girdiğimizde Dünyanın Merkezine Yolculuk veya Zaman Makinesi’ndeki gibi, insan-benzeri bir toplulukla karşılaşacağım hissine kapılmaktan kendimi alamadım. Gerçi beklentileri yükseltmeye lüzum yok. Yerin o kadar altında havalandırması, ahırı, kileri ve daha birçok unsuruyla tam teşekküllü bir kent inşa edilmesi yeterince etkileyici zaten.
Yakınlardaki Güvercilik Vadisi ve (taşları kırmızımsı renkte olan) Kızıl Vadi’yi de gördük öğle yemeğine geçmeden önce.
Diğer bir durağımız olan Nar Krater Gölü benim de ilk kez gördüğüm muhteşem bir doğa harikasıydı. Göl değil de devasa bir ayna demek daha yerinde olur. Zira toprak ve çamlardan oluşan manzara kâğıt gibi yüzeyin üstüne bir kartpostal netliğinde yansıyordu.
Güzergâhımız üstünde olmadığı için Ürgüp Göreme’de içlerine girilebilen peribacalarını görmek kısmet olmadı ama adına efsane uydurulmuş Üç Güzeller peribacalarını yakından görme fırsatını elde ettik. O sırada deve gibi görünen başka bir peribacası bir dahaki gidişimizde hava şartlarından aşınarak ne şeklinde görünecek acaba?
Hava kararmadan Kızılırmak’ta da fotoğraflarımızı çekebildik. Akarsu kazların hakimiyeti altındaydı. Uyumlu yüzüşleri ve yüksek sesli ötüşleriyle aşağımızdan geçerken insanlara alışkın olduklarını ima ediyorlardı adeta.
Gece kalacağımız otelin de bulunduğu Avanos’a geldiğimizde bir “kuruyemiş merkezi”ne uğradık. Çikolata kaplı kayısı ve sütle kavrulmuş kabak çekirdeği oraya özelmiş. Ama arkadaşımla normaldekinden daha az yağlı olması için süt ve pekmezde kavrulan kaju fıstığa meylettik, pişman olmadık.
Peribacalarında mola verdiğimizde çarşıda kapalı olduğu için bizi üzen Kapadokya şarapçısının üzüntüsünü Avanos’ta giderdik. Şıra, likör, kırmızı ve beyaz şarap seçenekleri vardı. Üzüm çok amaçlı leziz bir meyve!
Avanos’un olmazsa olmazlarından biri de çömlekler. Öncelikle çömlek yapan ustayı seyrettik. Ustanın bilerek ortaya çıkardığı acayip şekilleri, tornaya çağrılan amatör hanım istemsiz olarak yapınca atölyeyi kahkahalar sardı tabii. Avanos çinileri ve çömlek yapımı hakkında bilgi aldıktan sonra “Burada hazır yapılmışları var” denildi ve geniş odalarda satılan güzel ürünlere baktık. Çoğu el yaktığı için pahada ve yükte hafif ama anlamda ağır seçeneklere yönelmek durumunda kaldık.
Beş yıldızlı güzel otelimizde yerleştikten sonra akşam yemeğinin ardından beş dakika uzaklıktaki bir mekânda Türk gecesine katıldık. Öyle bir yer ki tarihi eser şeklinde taştan inşa edilmiş, etrafta bilumum uygarlıktan kalma gibi görünen heykeller ve kabartmalar var, üstüne üstlük cep telefonları da çekmiyor. Turistlere yönelik hazırlanmış, zengin bir program izledik. Türkiye’den ve Kafkaslardan halk oyunları, canlı fasıl müzikleri ve elbette dansöz de bu programa dahildi.
Ertesi gün Konya Ovası’ndan henüz kalkmamış karların arasında yol alarak Konya’ya vardık. İlk olarak Mevlânâ Müzesi’ni, içinde bulunan Mevlânâ türbesini ve camiyi ziyaret ettik. (Son gün olduğu için muazzam bir kalabalık vardı her yerde. Bize verilen süre içinde müze içindeki bazı bölmeleri atlamak zorunda kaldık maalesef.) Ardından Şems-i Tebrizi türbesine de gittikten sonra gezinin en can alıcı etkinliğine geçebilirdik…
Saat 14.00’da Mevlânâ Kültür Merkezi’ndeki gösteriye katılacaktık. Şansımıza en önden izleme fırsatı bulduk. İlk olarak Ahmet Özhan sahne aldı. Ses güçlü, merkezin akustiği iyiydi. On dakikalık bir konuşmanın ardından semazenler yerlerini aldı. Gündüz olduğu için tavandan ışık girse de bence sema, etkileyiciliğinden hiçbir şey kaybetmedi. Semazenlerin kusursuz ve huşu içindeki hareketleriyle büyülendik. Keşke biraz daha uzun sürebilseydi…
Konya’nın meşhur etli ekmeğinin de olduğu bir akşam yemeği ve akabinde hediyelik eşya için süreden sonra 10 saatlik İstanbul’a dönüş yolculuğumuza geçtik.
İşte bir hafta sonuna bunca şey sığdırılabilir. Büyük şehrin gri örtüsünü üstümüzden atıp gideceğimiz nice gezilere!

Hiç yorum yok:

Blogger tarafından desteklenmektedir.