Soluş (Öykü)
80’lerde büyük şehirde doğmuş tüm orta direk
çocuklarına[1]
Önce renkler vardı.
Şehrin beton
kaldırımlarında havasız ofislerine koşarlarken hatırladılar. Çocukluklarını.
Hatırladılar, nasıl parklarda koşuşturduklarını. Evlerde de bahçeler vardı o zamanlar.
Hatırladılar, icat ettikleri oyunları. Akşamsefasının yaprakları kağıt para,
tohumları bozuk para. Tüccar oldular, öğretmen oldular. Renkler vardı.
Çimenlerin haşarı yeşili, ağaçların mağrur hakisi, toprağın hayat kokan
kahverengisi.
Şimdi para,
uğrunda hayatlarını sattıkları bir kağıt parçası. Daha şık görünmek için
kıyafetlere, içlerinde nefes alamadıkları takım elbiselere harcadıkları. Boy
göstermek zorunda hissettikleri pahalı mekanlarda akşam yemeklerine
harcadıkları. Cennet gibi kokan, gül kurusu rengine adını veren güller vardı.
İçlerini yaşama sevinciyle dolduran yeni biçilmiş çim kokusu. İsim şehir renk
oynarlardı aralarında. F harfi. Fıstık yeşili! Fosforlu pembe! O sayılmaz!
Nedenmiş!? Hızlı hızlı yürürlerken birbirlerine baktılar. Rekabet gerçekti
artık, acıydı.
Çocukken boya
kalemleri, pastel boyaları vardı. Sayfaları hunharca boyarken renkler yetmezdi.
Hem yaratıcılıktan hem de: Boyaların en büyük kutuları pahalıydı. Anne babaları
almazdı. Onlar da renkleri karıştırırlardı. Ten rengi mi? Pembeyle beyaz
karıştırılırdı. Oldu bile! Beyaz pasteli tekrar kullandıklarında pembe de
bulaşırdı kağıda ama umursamazlardı. Ay sonu, ay başı yoktu. Okula gitseler de
her gün onlarındı. Kira yoktu, fatura yoktu, taksit yoktu. Şimdiyse bir ay
bekledikleri maaşlarını banka hesaplarında bir kere görüyorlar, ellerine bile
alamadan dağıtıyorlardı. Ellerine alamadıkları emeklerini dağıttıkları gibi.
Mahallede kızlı
erkekli oynadıkları oyunları hatırladılar. Basketbol, futbol, hentbol. İçinde
top geçen oyunlar. Bazen topları patlardı. Bakkaldan yenisini alırlardı.
Koşarken düşüp kendilerini yaralayan çocuklar vardı. Anneleri dizlerine
oksijenli su sürdüğünde yüzlerini ekşiten. Lastik atlayan kızlar vardı. Bazen lastikleri aşınır, kopardı. Bağlamayı
denerlerdi. İşe yaramazsa tuhafiyeciden yenisini alırlardı. İncesi daha
pahalıydı, kalınına kalırlardı bazen. Hep beraber saklambaç oynarlardı
akşamları. Arabaların, ağaçların arkasına saklanırlardı. Ağaçlar vardı. Çamlar,
çınarlar, meyve ağaçları... Yan bahçedeki vişneyi çekiştiren çocuklar. Sürekli
azar yerlerdi. Meyveleri toplamayın, tohumlara dokunmayın! O zamanlar azarlar
zevkliydi. Kovulma endişesi, parasız kalma riskiyle diken üstünde oturmazlardı.
Sana ne! diye bağırabilirlerdi. Sana ne!
Adımları
hızlandı. Saat dokuz olmadan devasa, ürkütücü, gri plazaların kapısından
girmelilerdi. Çocukken sadece okul piknikleri ve sabah kuşağındaki çizgi
filmler için erken kalkarlardı. Bugs Bunny’ye gülerler, Clementine’e
ağlarlardı. Yakari ile Kızılderili olurlardı, Tsubasa’yla futbolcu. Onları
bekleyen görevler, omuzlarına yüklenmiş sorumluluklar yoktu. Uslu bir çocuk
olmaları yeterliydi (o zaman belki Şirinleri bile görebilirlerdi). Şimdiyse...
İngilizcen var mı? Var. İkinci yabancı dil? Almanca. Üçüncü? Sessizlik. Biz sizi
ararız. Aramadılar. Annelerinin babalarının biricik çocukları o kadar da
biricik değildi demek ki...
Bahar güneşi
yüzlerini yalarken, gri beton kaldırımlarda gri plazalara koşarken
saklanabilecekleri hiçbir yer kalmamıştı. Ağaçlar kesilmiş, üç beş katlı bütün
apartmanların hepsi yıkılmış, yerlerine en az on beş katlı binalar dikilmiş,
bütün bahçeler garaj olmuştu. Çocukların sesi kesilmişti. Hiç çocuk doğmuyor
muydu? Yoksa doğanlar hiç çocuk olmuyor muydu? Akşamsefaları köklerinden ne
zaman sökülmüştü? Uzak bir geçmişin parçası gibiydi tohumlar, oyunlar. Yakın
geçmişte ise sürekli yetiştirilmesi gereken işler vardı.
Bom!
İlk olarak
tonlar kayboldu.
Şehir büyüdü.
Şehir büyüdükçe insanlara yer açmak gerekti. Ağaçlardan başladılar, evlere yer
açtılar. Bahçeleri daralttılar, arabalara yer açtılar. Onlar da büyüdü.
Ergenliğin bütün fırtınasıyla. Oyunlar kesildi, kızlarla erkekler ayrıldı, bazı
kızlar dışarı çıkamaz oldu. Dersler arttı, ödevler arttı ama hiç çalışmak
istemediler. Çalışmazsan iyi okulları kazanamaz, iyi işyerlerine giremezsin!
Topukları beton kaldırıma çarparken iyi okullarını ve iyi işyerlerini
düşündüler. İyi okulları kazanan ve iyi işyerlerine başvuran binlerce
akranlarını. Bakışlarını yere indirdiler.
Gül kurusunu
göremez oldular, fıstık yeşilini de. Sadece renkler vardı. Tek tip. Aralarında
gruplaştılar. Sessiz arkadaşlarını dışladılar. Yine de arkadaşlık vardı. Donuk
plazalarda yapayalnızlardı şimdi. Güvenebilecekleri kimse yoktu. Ergenlikte
düşünmeden sarf edilen sözcükleri tasarruflu kullanıyorlardı artık. Bir sözcük,
sözcükteki bir tını bile aleyhlerinde kullanılabilirdi. Gruplaştıkları eski
arkadaşlarını ara sıra sosyal medyada görüyorlardı. “Kurucu”, “Maldivler’de”. Onlarsa
bir açıklarını yakalamak için pusuda bekleyen üstlerine koşar adımlarla
ilerliyorlardı. Ergenlikte izledikleri güneş tutulmasını hatırladılar. Artık,
sürekli bir güneş tutulmasının içinde yaşıyorlardı.
Kadınların sivri
topuklu ayakkabıları ayaklarını acıtıyordu, acıtmıyormuş gibi yapıyorlardı.
Erkeklerin kravatları boyunlarını sıkıyordu, sıkmıyormuş gibi yapıyorlardı. Kusursuz
olmalılardı, kitap kapakları gibi. Artık karşı cinsin değil koca bir sistemin gözünü
boyamaları gerekiyordu. Ergenlikte öyle miydi? Kızlar erkekleri etkilemek için
süslendi, erkekler kızları etkilemek için birbirleriyle kavga etti. Birbirlerinden
uzaklaştıkça birbirlerine daha cazip geldiler. Kızla kadın arasındaki farkı o
zaman öğrendiler. Kendilerini tuttular. Yan masadaki iş arkadaşlarından çok
hoşlandılar. Kendilerini tuttular. Olmaz öyle şey! Gözyaşlarını eve sakladılar.
Ağlamak zayıflıktı. Ergenlikte öğrenmişlerdi. Şimdi, bu kurtlar sofrasında hiç
ağlanmazdı. Doktorlarına anti-depresanlar yazdırdılar. Griye katlanmak için.
Ergenliklerinde
şehir hala yaşanabilirdi, bir cazibesi vardı. Arkadaşlarıyla sinemaya
gidiyorlardı. Kızlar Titanik’te Leonardo diCaprio’ya iç geçiriyor, ona
ağlıyordu. Erkekler Matrix’le yatıp kalkıyor, hayatı sorguluyordu. Onlar gibi
Leonardo diCaprio’ya yaşını aldı. Zaten sinemalar da samimiyetini yitirdi,
AVM’lerin üst katına veya evlerdeki LCD ekranlara taşındı. Akşamları veya hafta
sonları izlemek üzere. Hafta içleri yoktu artık. Çok şey yapıyormuş gibi görünmek
zorunda oldukları mesailerde Ege ve Akdeniz köylerindeki dairelere baktılar.
Nefret ettikleri şehir olmadan yaşayabilirlermiş gibi. Yapabilenlere iç
geçirdiler; çocukluklarındaki, ergenliklerindeki renkleri hatırlamak için onların
fotoğraflarına baktılar.
Bom!
Sonra ara
renkler kayboldu.
Yeşil dahil. Gri
hariç.
Üniversiteyi
kazandılar. Birlikte kep atacakları binlerce öğrenciyle birlikte. İzledikleri
Amerikan filmlerini hatırladılar. Geniş kampüslü üniversitelerde çığır açan
dersler dinleyip kalan zamanlarında sosyalleşen öğrencileri. Kampüsleri genelde
derslere koşmak için aşındırdılar. Birinci sınıftan itibaren rekabet çıtasını
yükselten akranlarıyla yarışabilmek için işlerden işlere koştular. Şehir
büyüdü. Onlar büyüdü. Attıkları her adımda bir mavi, bir sarı, bir mor soldu.
Aşkın tonlarına tutunmaya çalıştılar.
Şehirde ağaçlar
azaldı, binalar yükseldi, bahçeler bitti, garajlar arttı, çocuk sesleri
kesildi. Gerilen ilişkiler, tahammülsüzlük. Komşular aynı komşulardı ama balkona
çıkınca kimse selamlaşmaz oldu. Balkonlar da azaldı. Yeni yapılan binalar
Fransız balkonlara taptı. İki üç günlüğüne gidip Facebook’a her yaptıklarını yazacakları
Paris’te bile o kadar görmedikleri balkonlara. Evler bir saklanma yeri, onları
yabancılardan koruyan bir sığınak. Ne zaman bu kadar paranoyak oldular? Yapay
ışıklarla aydınlatılan plazalarına girdiler, asansörün düğmesine bastılar. Evde
ve işte göremedikleri güneşi görmek için bir hafta izin isteyeceklerdi.
Alabilirlerse...
Üniversite
güzeldi yine de. İki ders arasında güneşi görebilmişlerdi. Bahar aylarında,
güneşin tam tepede olduğu saatlerde sıcaklığının tenlerini yalamasını
hissetmişlerdi. Dört tarafı kapalı parlak gri renkteki asansörde çıkarken o
hissi hatırlamaya çalıştılar. En az sekiz dokuz yıl öncesi. Neleri unutmadılar
ki? Aşkları reddedildi, unuttular. Başvuruları reddedildi, unuttular. Okudukları
bölüme yüz ekşiten komşuları, üniversitede birini buldun buldun diyen
akrabaları görmezden geldiler. Alıp başlarını gitmekle tehdit ettiler hala
üstlerine titreyen anne babalarını. Gidemediler. İçleri çok daraldığında
ofislerindeki tam açılmayan pencereleri araladılar. Kendi ruh hallerini
anlattığına inandıkları şarkıları dinlediler. Kişisel gelişim kitapları
okudular, onlara potansiyellerini, isterlerse ne kadar yükseklere
çıkabileceklerini anlatan. Asansörün düğmelerine bastılar: 12, 13, 15, 18. Ok
işareti yukarıyı gösteriyordu.
Bom!
En son ana
renkler kayboldu.
Güneşin sarısı,
gökyüzünün mavisi, gençliğin kıpkırmızı kanı. Geriye sadece gri kaldı. Parklardaki
kumların ve çimenlerin, rengarenk Arnavut kaldırımlarının üstüne dökülen
betonun grisi. Yıkılıp yeniden yapılan binaların grisi. Bazı semtlerin tamamını
kaplayan plazaların grisi. Gri ofislerine girdiler. Gri koltuklarına oturdular.
Gri bilgisayarlarını açtılar. Klavyeye yazan parmaklarına baktılar. Parmak
uçlarından yukarı çıkan griyi gördüler. Kazanan olmaya heveslenen kaybedenlerin
grisi. Gri bileklerine ilerledi. Ön kollarına, üst kollarına, omuzlarına.
Gerisini görmek için dezenfektan kokan tuvaletlere koştular. Aynalarda
omuzlarından boyunlarına, çenelerine yükselen griyi izlediler. Pantolon
giyenler paçalarını sıyırdıklarında bacaklarının çoktan grileştiğini fark etti.
Griyi engellemek için yüzlerine su çarpanlar oldu. Grileri boyamayı düşünenler.
Çocukluklarındaki gibi pembeyle beyazı karıştırsalar. Ama pembe ve beyaz yoktu
artık. Zaten renkleri çoktan unutmuşlardı. Gri saç diplerine ulaştı. Gitgide
saçlarını sardı. Gri olmayan tek bir noktaları kalmayana dek.
Renklerin bir
anlamı kalmadı. Yaşamanın da. Sorgulamadılar. Gidip yarım açılan pencerelerden
de atlamadılar. Boya kalemlerine sarılan, sabahları çizgi filmler için uyanan,
akşamları saklambaç oynayan çocuklar, Matrix’le gözleri açılan, aşık olan,
kalpleri kırılan ergenler, bugünün yetişkinleri gri koltuklarına oturdular, bir
sonraki maaşları için çalışmaya devam ettiler.
Şehir onları
çiğnedi ve yuttu.
[1] Tabir için şu yazıdan esinlendim:
http://filtasviri.com/2016/03/dunun-ortadirek-cocuklari-simdinin-afili-plaza-calisanlari/
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder