Bilge Karasu'da Yabana Doğru


Bir insan olarak günlük yaşamımızın nasıl geçtiğini düşünün. Bu yazıyı okuyabildiğimize göre, ya bir bilgisayar ve internet bağlantımız var ya da bir şekilde bunu kâğıda bastırdık. İşte okuyorsak muhtemelen bir tür motorlu taşıtla geldik. Sonra da geçtik bize ait ya da bölmelere ayrıldığı için başkalarıyla paylaştığımız masanın başına. Rahat bir yaşam sürebilmek için yine yaşamımızın saatlerini harcadığımız, ürettiğimiz şeyi de genelde görmediğimiz bir düzenin parçası olarak bize yüklenen sorumlulukları yerine getirmeye başladık. Bize bahşedilen öğle arası. Yemekten sonra zincir marketlerden birine girip alışveriş yaptık. Sıra sıra dizilmiş, ambalajlı ve bol katkı maddeli yiyecekler, kurtçukların bile artık tenezzül etmediği hormonlu sebzelerle meyveler. Doğayı kontrol altına alma çabamızın acınası yansımalarından sadece bir tanesi. Her zamanki gibi akşam işten çıkınca tek istediğimiz genelde eve gitmek oldu. Özümüzde kim olduğumuzu ve kendi yarattığımız bu kapana kısılmadan önce ne olduğumuzu düşünemeyecek kadar yorgun bir zihinle. Kaldırım kenarındaki tek bir ağacı veya karşıdan karşıya geçerken ezilmekten kıl payı kurtulan bir kedi ya da köpeği fark etmedik bile. Hâlbuki marketteki yazarkasalar değil, asıl onlar bizim parçamız. Ne var ki doğayı günlük yaşamda zapt edip ayağımızın altından uzaklaştırmaya çalışırken pikniklerde ve tatillerde kutsadık, kendimizi belli bir zaman zarfında mutlak huzur yanılsamasıyla avutup süre dolunca düzenimize döndük. Dönmemiz de gerekir. Çünkü kendi yarattıklarımızın esaretiyle doğadan, doğamızdan o kadar uzaklaştık ki dönmemek demek, bir bakıma hayatımızdan da vazgeçmek demek.
Peki, bütün bunların Bilge Karasu’yla ne alakası var? Yazarın kitaplarından üç tanesi, Altı Ay Bir Güz (AABG), Narla İncire Gazel (NİG) ve Göçmüş Kediler Bahçesi’nde (GKB) envai çeşit hayvan (en başta kedi, sonra kertenkele, kurbağa, keçi, yılan…) ve bitki türü (nar, incir, gül, lale, uydurma da olsa alsemender…), onlar dışında kalan kum, güneş, hava, taş, toprak vb, insanların hapsoldukları sistem ve aciz durumlarını hatırlatmaya yardımcı nitelikte kullanılır. Bu “metin”ler üzerinden ikincil bir okuma yapıldığında, bu şekilde insanın doğaya/doğasına yabancılaşmasının anlatıldığını da görmek mümkün. Dahası, bu yabancılaşmayla insan, doğasına o kadar uzaklaşmıştır ki ona geri dönme çabası genelde ölümle sonuçlanır.
Bilge Karasu’da, insanın doğaya yabancılaşmasını çeşitli yönlerden inceleyebiliriz. Mesela, insanların doğaya karşı tutumunun eleştirisi. Bunun için, Narla İncire Gazel’in ilk bölümü “Hayvanlar Kitapçığı” üstü kapalı bir manifesto gibidir. Yazar, insanların ortak bir varlık birliği taşıdıkları doğaya, özellikle hayvanlara karşı zulmüne gerek açık cümlelerle gerekse imalarla değinir. “Hayvanlara yeniden saygı duyulamaz mı? Hayvanların, bitkilerin, kendi dirim ortakları olduklarını anımsayamaz mı insanlar? İçten duygular, güzel düşüncelerle, kurbanların sayısını azaltmak yetmez.” (NİG s. 29) “Bir zamanlar ölümsüzlüğün, sonrasızlığın simgesiydi kaplumbağa. Sonsuza dek yaşayacak yazıtlar bırakmak istediğimiz zaman koca taş kaplumbağalar yontturur, taş sırtlarına kazıtırmışız yazıları. Az ötede üç yüz yaşında bir kaplumbağa, ikiye bölünmüş.” (NİG s. 36) “Hayvanlar burada da mı insanların sevgisizliğini öğrenmeğe başlıyor?” (NIG s. 37) Göçmüş Kediler Bahçesi’ndeki “İncitmebeni” öyküsünün küçük bir yerindeyse bir arabanın altında kalan köpekten ve buna şahit olan adamın olumsuz etkilenişinden bahsedilir. “O gece düşünde, arabalar durmadan insanlarla köpekler almıştı altına. Biraz ötede de, artık tanınamaz biçimlerde kusmuştu onları.” (GKB s. 134)
Bu yabancılaşmanın başka bir yönü de, insanın doğayı kontrol altına alma çabalarının boşunalığıdır. Bunun en güzel örneklerinden bir tanesi, bir açıdan kapitalizmin ilerleyişinin sembolik bir öyküsü olarak da okunabilecek “İncitmebeni”dir. Öyküdeki adada önce bitkiler, böcekler, diğer hayvanlar büyümeye başlar. Alıştıkları düzenin bozulmasından hat safhada tedirgin olan ada sakinleri, hayvanlar büyüdükçe emeklerini kaptırmak istemezler, haliyle bunu durdurmak için ellerinden geleni artlarına koymazlar. Sonra korktukları da başlarına gelir ve adanın kendisi de büyümeye başlar. İnsanlar büyümeyi durdurmak için amansız bir kazı işine kalkışırlar ama sonunda herkes kendini bu işe körü körüne o kadar kaptırır ki sağır olur. “Eşi görülmemiş bir doğa olayı karşısında insanın, bu olaya uygun olmayan bilgilerle bir çözüm yolu bulmağa çalışacağı yerde…” (GKB s. 147) İnsanın bu nafile gayreti için AABG’de sıkça karşımıza çıkan bir kelimeye de değinebiliriz: Cancer, hem kanser hastalığının, hem yengeç hayvanının ve Yengeç burcunun İngilizcedeki karşılığı. Aynı kelimenin bu göndermeleri tabii ki anlamlı. Kanser hastalığı, insanın içini bir yengecin kıskaçları gibi yer bitirir, özellikle de Bilge Karasu’nun hastalığa yakalandığı dönemdeki tedavi imkânları göz önünde bulundurulursa. “Otuz beş yıl kadar önceydi. Hocam kanserin ne olduğunu anlatıyordu bana. ‘Yengeç gibi bir şey,’ diyordu, ‘yavaş yavaş insanın karnını, ciğerlerini yer bitirir…” (GKB s. 74) Başkarakterin kanser tedavilerini yalnızca ömrü biraz daha uzatmak olarak gördüğü söylenebilir. “Ölümü geciktirmeye çalışanlar arasına gireceğim birazdan.” (AABG s. 17)
Genelde insanlara karşı tavır söz konusu gibi görünse de kuyruğu kıstırılmış, makinelerin esiri olmuş insanın da çaresizliği de göz ardı edilmez. Daha önce bahsedildiği gibi, “İncitmebeni” öyküsündeki ada sakinleri, karşılaştıkları sıra dışı doğa olayını kontrol altına almak için önce kazma küreklerle, ardından makinelerle bunun önüne geçmeye çalışırlar. Fakat “duvar gibi sağırdırlar artık”. Göçmüş Kediler Bahçesi’nden bir başka masal olan “Yağmurlu Kentin Güneşçisi”nde, sürekli yağmurlu, sürekli kurşun rengi bir gökyüzüne sahip bir adamın güneşin görüneceğine dair umuduna şahit oluruz. Adamın elinde ne sağlam bir kanıt ne de bir çözüm yolu vardır. Onu, diğer öykülerdeki karakterlerden farklı olarak özgür kılan bir şey vardır: umudu. “Dehlizde Giden Adam”daki adam da merak ve korkuyla bir mağaraya girip orada bir yiyecek makinesiyle karşılaşır. Yoluna devam ederken hayatta kalması için daha fazla makine bulması gerektiğine inanır. “Makineler. Makineler. Varsa yoksa onlar. Ölmemek için makinelere ulaşmak gerekli.” (GKB s. 99-100) Platon’un Mağara Alegorisi’ndeki gibi zincirlerle bağlı, yüzü duvara dönük, kendi gölgesini görüp gerçek zanneden insanlardan farkı yoktur bu adamın da. Ama makineler seyreldikçe ışığın arttığını fark eder ve gerçek ışığı arzulamaya başlar.
Ne olursa olsun doğadan artık fazlasıyla uzaklaşıldığı için geri dönüş, alışılan düzenden kopma çabasının telafi edilmesi mümkün değildir ve genelde ölümü doğurur. Dehlizde giden adam, ışığa doğru ilerler ilerlemesine ama son sözü “Ölüler, içinden soğumaya başlar galiba,” olur. “İncitmebeni”de bilgisini soyunan öğretmen, diğer herkesin sağırlığını fark ettiği anda, aynı toprak parçalarının adadan kopması gibi onlardan kopuşu yaşar ve sonunda göçüp gider. “Adadan geriye kalan tek şey, göğsüydü, başıydı şimdi. Çok sürmezdi artık, bu gidişle…” (GKB s. 155) Aslında bu, sırf insanlar için değil hayvanlar için de geçerlidir. “Avından El Alan”da balıkçısıyla birlikte hava solumaya bile alışan balık denize atıldığında ölür. Göçmüş Kediler Bahçesi’nin kitabın içine dağılmış aynı isimli öyküsünde de, özetle oyunun olağan gidişatını öykünün kahramanı (aynı zamanda anlatıcısı) için değiştiren adam ölür. Buna, kazanılamayacak bir mücadeleye girip de kazanmanın bedelinin sembolik bir anlatımı gözüyle bakabiliriz belki de. Doğasına dönmeye çalışan insanın hamlelerinin kendi hayatlarına mal olabileceği…
Peki, gerçek hayatta kendini bu cendereden, kapıldığımız bu düzenden, sistemden kurtarabilen insanlar yok mu? Christopher McCandless, Into the Wild (Yabana Doğru) kitabının ve filminin başkarakteri. Daha yirmi dört yaşındayken şehir hayatının ve aidiyetlerin bağlayıcılığına karşı koyup yollara düşer. Ailesinin hali vakti yerindedir, birçoğumuzun tarif edeceği üzere “parlak” bir geleceğe de sahiptir Christopher. Ne var ki hesabındaki parayı hayır kuruluşlarına yatırıp sırt çantasını taktığı gibi medeniyetin demir parmaklıklarından (ailesine haber vermeden) kaçar. “Dehlizde Giden Adam” gibi, Amerika’nın metalik aydınlığından Alaska’nın gerçek aydınlığına doğru yol alır. Mümkün olduğunca az malzemeyle (harita ve pusula dahi olmadan) vahşi doğada beş aya yakın süre geçirir ve sonunda bitki zehirlenmesinden ve açlıktan ölür. Filmde Christopher’ın izini kaybettirmeden önce ailesiyle konuştuğu sahne epey çarpıcıdır. Anne baba, oğullarının “külüstür” arabası yerine mezuniyet hediyesi olarak yepyeni lüks bir araba alacaklarını “müjdelerler”. Christopher ise onların heveslerini kursaklarında bırakarak, yeni bir arabaya ihtiyacı olmadığını olduğunu söyler. Avlanmayı öğrenir, bitkileri tanır, derenin serinliğini, güneşin sıcaklığını özümser. Göçmüş Kediler Bahçesi’ndeki öyküler gibi, sonu geri dönüş çabası doğanın onu yok etmesiyle gelse de son nefesini tek başına pencereden mavi gökyüzü ve parlak güneşe bakarak verir.
Christopher McCandless’ın etkilendiği isimler arasında Jack London, Leo Tolstoy, W. H. Davies ve Henry David Thoreau bulunur. Sonuncu isim, Henry David Thoreau da çarpıcı bir tarihi kişiliktir. Ağırlıklı olarak “Sivil İtaatsizlik” makalesiyle tanınan ve R. W. Emerson’un bir nevi asistanı olan Thoreau da şehir hayatına, materyalist ve kapitalist sisteme Christopher’dan neredeyse bir asırdan fazla zaman önce katlanamayıp Walden Gölü’nün kenarında bir kulübe inşa edip doğayla iç içe yaşar. Walden/Life In The Woods (Walden/Ormanda Yaşam) adlı kitabında neden böyle bir yaşamı tercih ettiğinden oradaki süreyi nasıl geçirdiğine kadar pek çok şeyi okuruyla paylaşır, çevrecilik adına büyük bir adımlar atar. Büyük ihtimalle döneminin (19. yüzyıl) tıbbi yetersizliklerinden dolayı, tüberkülozdan ölür. Christopher’dan farklı olarak doğada yalnız değildir, geleni gideni olur. Christopher’ın en sondaki mutluluğunu paylaşamama pişmanlığını muhtemelen yaşamaz. Bilge Karasu’nun Thoreau okuyup okumadığına dair bir bilgi mevcut değil ama en azından Göçmüş Kediler Bahçesi ve Narla İncire Gazel kitaplarında doğaya ve insanın doğayla ilişkisine bakış açılarının oldukça yakın olduğu söylenebilir. (Tabii, Bilge Karasu bunu kastederek yazmıştır demek değil bu.)
İnsanlık düzenine başkaldırıp doğaya karışan başka bir çarpıcı kişi de çoğumuzun muhtemelen üstteki iki örnekten çok daha fazla işittiği Manisa Tarzanı’dır. Asıl adıyla Ahmeddin Carlak, katıldığı 1. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı’nın ardından mahvolan Manisa’nın manzarasını yeniden yeşillendirmek için buraya yerleşir. Fazla bir geliri olmamasına rağmen, masrafı da yoktur ve o da parasını fakir insanlarla paylaşır. Spil Dağı’nda bir kulübede yaşar; şort, lastik ayakkabılar ve bir de üzerinde yattığı sedir haricinde hiçbir eşyası yoktur. Doğaya geri dönüş konusunda başarılı bir örnektir Manisa Tarzanı. Öyle ki ona, güneşi gören “Yağmurlu Kentin Güneşçisi” bile diyebiliriz belki.
Bilge Karasu’da insanın doğaya yabancılaşmasının izlerini aramak başta da belirtildiği gibi ikincil bir okumanın sonucudur. Göçmüş Kediler Bahçesi’nde, Altı Ay Bir Güz’de (Narla İncire Gazel’i yine de hariç bırakmak gerek sanki) daha ön plana çıkan yorumlar mevcut. Fakat böyle bir bakış açısı da, görüldüğü üzere imkânsız değil. Bilge Karasu’nun bahsi geçen kitaplarını yazdığı dönemden bu yana, yalnızca daha kötüye doğru değişen bir insan-doğa ilişkisi var. İnsan, doğanın bir parçası olduğunu unuttuğu için bir yandan kendinin de dünyadaki varlığını riske atıyor aslında. İronik olansa, bu kadar bağımlı bir yaşamdan doğaya geri dönmeye çalışanları da ölümcül sonuçların beklemesi. Yapabileceğimiz pek bir şey yok. Yine de Christopher McCandless gibi Alaska yollarına düşecek kadar gözümüzü karartamasak bile Henry David Thoreau gibi alternatif bir yaşam kurmak ya da “Yağmurlu Kentin Güneşçisi” gibi yarın güneşi göreceğimizi umut etmek ve dehlizde giden adamın taşıdığı heyecanı taşımak bizim elimizde: “Işığa varmak için… Çelik makinelerde yansıyan ışığa değil, gerçek ışığa varmak için…” (GKB s. 99)

Hiç yorum yok:

Blogger tarafından desteklenmektedir.