Lorelei


“Bilmem ne demeye gelir

Bu denli üzgün olmam;

Kadim zamanlardan bir masal,

Aklımdan hiç çıkmayan.”[1]


Ohh buranın havası gibisi yok valla. Denizin taşıdığı bu koku, hem tanıdık hem yabancı, biliyorum da hatırlamıyorum ya da bilmesem de neredeyse hatırlayacağım. Hafif meltem, yüzü melekler gibi okşarken… Masmavi gökyüzü, alacalı suların üstünde tekneler, martılar, karabataklar… Ba ba baba o oraya ya ni ni niye gi gi gire giremiyoz? Minik işaret parmağı kayalığın üstündeki beyaz badanalı deniz fenerine zıpkın gibi doğrulmuş. Çünkü başkası yaşıyo orada, o da kimsenin girmesine izin vermiyo. Nnne ne ka ka dar bü büyük di di mi! Haha, şimdi öyle geliyo sana. Ki kim ya ya ya yaşıyo orda? Çoook yaşlı bi adam. Sakalı boyundan uzun diyolar. Zamanında bir denizkızına âşık olmuş güya. Ama neticede balığa güven olur mu? Bugün var, yarın yok. Adamcağız kapatmış kendini fenere. O gün bugündür yüzünü gören yok. Çocuğun ağzı kocaman, esmer yanakları heyecandan al al. Barakanın çatısı eskiden daha mı kırmızıydı? Yakında kırmızı demeye bin şahit isteyecek, iskele de çürümüş sanki… Dalgacıklar kayalığa nasıl da usul usul sokuluyor bugün… Kayalıktan aşağı sarkıtmıştı bacaklarını, pantolonunu kıvırmıştı dizlerine kadar. Gür, kıvırcık sakalının altında kaç seneyi saklıyordu acaba? Ne çok genç ne de çok yaşlıydı. Elleri kucağında, parmakları birbirine denizci düğümü gibi dolanmış, çözülemez gibi. İç geçirdi sıkışan yüreğini gevşetebilmek için, gözleri ufuktan milim ayrılmadı, görünmez gözyaşları denizden tuzlu…


“Soğuk ve kararıyor hava,

Sakin sakin akarken Ren;

Parıldıyor dağların zirveleri,

Akşamleyin güneş ışığında.”


Yosun tutmuş mudur iskelenin küt, tahta bacakları? Tutmuştur herhalde, şuralarda su koyu koyu zaten, kim temizleyecek tekne motorlarına dolanmasın diye… Ba ba baba, o onları na na napıcan? Atıcam napayım, motora dolanırsa al başına iş! Asıl sen neler yapıyosun bakalım? Babanın kirli sakalına yakıştı gülümseme. Nasırlı elleri çocuğun karman çorman saçlarını okşadı gitmeden önce. Öff burda beyaz taş bulmak ne zor… Onun feneri de rengârenk olsun canım! Siyah beyaz, sarı sarı, şeffaf, koyu yeşil. Be be benim fe fe fenerim daha gü güzel olcak. Fener için ışık lazım. Işığı nasıl halletmeli? Ayna… Ayna olmaz. Denizden değil o. Denizden bir şey… Kabuk, deniz kabuğu tabii ki de. E en gü gü güzelini koyucam te te tepeye! Kaç saat, kaç gün bekledi öyle tepede, kendi de bilmiyordu. Karanlık bastırdığında feneri yakmak için giriyordu, o kadar. Bencil olmamaya zorlamıştı kendini. Dünyada tek o yoktu ya! Fener yanmalı, tekinsiz sulardaki emekçiler kayalık burnu görmeliydi. Hiçbir şey yiyip içmez olduğu söylentisi alıp yürümüştü. Arada kapının önünde bulurdu bir şeyler; çiğ ya da pişmiş balık, su dolu bir tas. Ne zaman biri aşağıdan eliyle selam verse ruhu daralır, bilirdi ki yanına gelmeye yeltenecek. Gelip de soru sormaya kalkan olursa başını çevirirdi. Bu meraktan bıktığında, aynı zamanda ümidini kestiğinde gözlerini ufuktan kaçırdı, yaşıyormuş gibi yapacağı yere girdi ardından kapıyı çekerek. Zaten kararmış dünyasını güneşten de mahrum bıraktı.


“Oturuyor genç kızların en güzeli,

İşte orada, tüm zarafetiyle;

Göz kırparken altın mücevherleri,

Tarıyor sapsarı saçlarını.”


Nu nu nusret a a amca me me meraba. Ba ba baba a a acıktım. Sabret azcık, git oyna. KÜT! Çürük tahtalı kapı kaç küt’e yenik düştü de yenilendi o zamana kadar. Napçan Barbaros paşa? Nereye kadar gider bu böyle? Şişşt çocuk duyucak. Bakıcaz icabına. Git Neriman’la konuş. Kim bilir kimden peydahladı da seni saf gördü bıraktı kapının önüne. Aa Nusret deme öyle! Evladım o benim. Teknen teknelikten çıktı çoktan, tamir etsen artık edilmez de. Kendi karnını zor doyuruyosun. Oğlumu doyurcam da okutcam da. Koşarak daracık kıyıya indi. Yüreğine çöreklenen sıkıntıyı sık sık soluk alıp vererek hafiflemeye çalıştı ama nafile. Bir süre iskelenin üstünde durdu. Deniz fenerinin ardında günbatımı. Burnunu sildi koluna. Kendi fenerinin yanına gitti. Hâlâ çatısız. Yeri eşeledi sabırsızlıkla. Deniz yine hiç kabuk getirmemiş. Deniz balık da getirmemiş. Deniz getire getire yosun getirmiş. Yosun yenmez, para etmez… Se se sevmiyorum se se seni pis de deniz! Denizi benim kadar seven zor bulunur. Nasıl sevmeyeyim? Gecesi ayrı güzel, gündüzü ayrı. Yakamozları seyretmek yok mu? Keşke fenerin ışığı yansa hâlâ. Bu fırtına da nereden çıkmıştı? Dalgalar kocaman balıklar gibi vuruyordu teknenin gövdesine. Fener uzaktan da olsa görünüyordu, aşağı sağda da biliyor ki iskele var. Telaşa gerek yoktu, hava kararmadan akşamlık balığıyla dönerdi yuvasına. Ürperdi sonbahar serini üstündeki su damlalarını yalarken. Bir dalga. Balık kovası devrildi, üç beş küçük balık etrafa saçıldı, dümeni unutup yakalamak için atıldı ama tutabildiği bir tanesi de kaydı gitti ellerinden. Küfretti avazı çıktığı kadar. Tekne suda savrulurken dümene ulaşmak ne mümkün! Gözü ilerideki kayalığa ilişti bu hengâmede. O ara altın sarısı bir parıltı gördüğünü sandı. Bir dalga daha ve ardından çatırtıyla birlikte güverteye dolan sular. Tekne… Fener… Baba yadigârı tekne… Fener… Ekmek teknesi… Fener… İpek gibi bir ses çalındı kulağına, dizlerinin bağı çözüldü. Bıraktı kendini ıslak tahtaların üstüne. Sonu böyle mi gelecekti? Efsanelere masal deyip kulak tıkamıştı. Ya şimdi… Hayır, kapanmamalıydı gözleri. Kıçta bir çift el.


“Altın tarakla tararken saçlarını,

Söylüyor da şarkısını;

Melodisi muhteşem,

Muazzam olan.”


Çarşaf gibi denizde, ötede bir kıpırtı. Suyu hareketlendiren ne? Deniz bir de kaya mı getirmişti yoksa? Koyu bir şey. Kesin kaya… A a ama yü yük yükseliyo! Ona doğru. Bembeyaz bir alın, yosun yeşili gözler, düz bir burun, dolgun pembe dudaklar, narin bir çene, incecik bir boyun. Ba ba ba! Baba? Sesi boğazında düğümlendi. Sırtını fenerinin yanında, kayaya yasladı. Efsunlanmış gibi de kaldı öylece. Selvi misali, solgun, çırılçıplak bir vücut. Upuzun, pırıl pırıl, sapsarı saçları az evvel sudan çıkmamışçasına dalga dalga. Sağ avucunu sıkmış. Sol elinin işaret parmağını burnuna götürüp sus işareti yaptı ona. Bütün parmaklarının arası hafif perdeli. Omuzları ve ellerinin üstündeki pulların batan güneşte cansız cansız parıltısı. Başını eğip saçlarını çakıldan fenere doğru silkelemeye başladı. İnci yağmuru! Kimi fenerin içine, kimi çakılların, kimi de yabani otların arasına. Sağ eliyle oğlanın elini tuttu. Dudaklarını alnına değdirdi. Buram buram tuz kokan, soğuk ama yüreğe ılık ılık akan dudaklar. Sonra doğrulup arkasını döndü. Tıpkı geldiği gibi, yavaş yavaş yitti denizde. Ufuk çizgisi silinirken yerle gök arasındaki farkı da alıp götürdü beraberinde. Deniz fenerinin kapısı mı açılmıştı? Eline baktı, içi mineli mi mineli bir deniz kabuğu. Sesi boğazını ittirip özgür kıldı kendini. Babaaa! Baba? Bir daha denedi. Baba! Ah, şaşkınlıkla kadına teşekkür bile edememişti. Bari el sallayabilseydi… Babacım, gelsene buraya!


“Küçük teknesinde denizci,

Kavradı onu güçlü bir iç çekişle;

Görmez oldu kayalığı,

Yukarısıydı tek gördüğü.”


Dünya üstünde daha yeşil gözler olamazdı herhalde. Kusursuz, çırılçıplak bir güzellik kadına aç bu bedene yaklaşınca… Kendini onun kollarına bıraktı… İskelenin yanındaydı gözlerini açtığında, ıslak, buz gibi, yorgun ama… Fenerin ışığı deliyordu karanlığı. Oğlum nerden buldun bunları? Denizdeki kadın getirdi. Denizdeki kadın? Konuşman? İnciler? Allaam sen aklıma mukayyet ol. Oğlum doğruyu söylesene. Gerçekten böyle oldu baba. Kurt kocayınca köpeğin maskarası… İyi de inciler? Her yere saçılmış incileri toplarken çok da ardını aramadı babası. Yine yakıştı ona gülümseme. Ne yakışırdı ona gülümseme… Ufuk çizgisi iyice belirginleşiyor, birazdan gün büsbütün doğar. Babamla seyredebilseydim, ona şehirde, okulda, işte neler yaptığımı anlatabilseydim… Küçüklüğümde kocaman bir kale gibi görünen bu fenerde parmaklarım geziniyor şimdi. Pencereye kadar… Pencere dediysem… Betondaki kare bir boşluk artık. Kaç basamak çıktım buraya kadar? Başımı uzatsam aşağıyı görebilir miyim acaba? İncilerin döküldüğü günün sonunda ölüsü bulunan, sakalı boyundan uzun, asırlık adamdan bir iz bulsam… Tek şahidim… Yokluğuyla bile beni anlıyor adeta. Pantolon cebimdeki deniz kabuğunda elim. Ömrüm tükenmeden bir şansım olur mu benim de? Gözlerim ufukta, bekliyorum.


“Tamamen yuttu dalgalar,

Sonunda denizciyle tekneyi;

Bütün bunları da hep

Lorelei yaptı şarkısıyla.”


[1] Heinrich Heine’nin Lorelei efsanesini anlatan Almanca şiirinden kendi çevirimdir.

* 3. Nihat Akkaraca Öykü Ödülü'nde ikinci olan öyküm.

Hiç yorum yok:

Blogger tarafından desteklenmektedir.