Özgecan'ın Vahşice Katledilmesinden Sonra Söylenebilecek Bir Şey Kaldıysa...


Dün her zaman yaptığım gibi sosyal medyadan haberleri takip ettim. Her seferinde etmez olaydım diyorum, her seferinde daha kötüsünü göremem diyorum ama olmuyor işte. Mersin'de Özgecan Aslan, 20 yaşında gencecik bir öğrenci, minibüste tek kalıyor, şoför onu kaçırıyor, kız direniyor, o direndiği için evrimleşmemiş bu herif onu bıçaklıyor, demirle işini sağlama alıyor, kendisi gibi iki tane az gelişmiş canlıyı da çağırıp cesedi yakarak, dereye atarak suçu ortadan kaldırmaya çalışıyor. Ama kan ve tırnak izleri yalan söylemiyor.

Söyleyeceklerimi ifade edebilmek için bir gün beklemem gerekti. Bu sırada çok da iyi yazılar yazıldı. Benim söyleyebileceklerimin hepsi söylendi dedim ama yine de bir şeyler yazmak, ses çıkarmak gerek.  Öncelikle okuyabildiğim yazıların bağlantılarını ekleyeyim, okumak isterseniz buyurun:

Metin Solmaz: http://uzuncorap.com/2015/02/14/ozgecani-yakarak-oldurmediler/

Kadının yeri ve aklımda kalanlar


Bir dergiye yazacağım yazı için talihli biçimde iki kitabı okuma şansı elde ettim. Olan biteni anlamak için bir kenara not edin: Fatmagül Berktay - Tarihin Cinsiyeti ve Nurdan Gürbilek - Kör Ayna, Kayıp Şark. Öncelikle şunu belirteyim. Hükümet şu anki şartlarda elbette baş sorumlu ama bu durumun sebebi değil sonucu olduğunu da gözden kaçırmamak gerek. Bahsettiğim kitapları gözden geçirirseniz de çok rahat fark edeceksiniz: Kadınlara layık görülen bu bakış açısı bu coğrafyanın topraklarına işlemiş. Kadını dört duvar arasına kapatmak ve toplumsal hayattan soyutlamak yeni değil. Erkeğe etken, kadına edilgen roller biçilmesi de öyle. (Edebiyat eserleri de hiç masum değil.)

Yazıda neler yazsam diye çok düşünmedim. Ama teorilere çok girmeyeceğim sanırım. Bunun yerine aklımda kalan anlara odaklanacağım. Çünkü geriye dönüp baktığımda, özellikle küçük yaşta yaşadıklarımı ifade edemediğim için öfkelendiğimi fark ediyorum. (Elbette her kadın yaşadıklarını anlatmak istemeyebilir, onları buna zorlamak da başka bir şiddet biçimi.)

Ne diyordum? Kadına şiddeti doğuran bu bakış açısı hep vardı. Annemin ilkokuldan liseye kadar yaptığı uyarılar hala kulağımda: "Bir erkekle dört duvar arasında kalırsan çığlık at" veya "Minibüste tek kalırsan dikkat et" vb. O zamanlar sinirlendiğimi ve tedirgin olduğumu hatırlıyorum. Şu an bir kızım yok ama Özgecan yaşında bir kardeşim var ve empati kurabiliyorum. (Kardeşimin saç teline zarar veren birini görsem ağzını burnunu da dağıtırım, o derece eminim.) Fakat hâlâ aynı soru kafamı kurcalıyor. Dikkat etmesi gereken neden hep biziz?

Kin tutan veya hafızası çok kuvvetli biri değilim. Ama gelin görün ki ilk tacizden itibaren birçok an aklımda yer etmiş. İlk tacizden başlayayım. 13-14 yaşımdayken sokağın başındaki bakkaldan öte beri aldım, apartmanın asansörünün önüne geri geldim. Peşimde bir adam, tanımıyorum ama apartmandan birinin misafiri sandım. "Hangi kata çıkacaksınız?" diye sordum. Adam arkamı avuçlayıp kaçıverdi. Evde annem ve rahmetli anneannem yüzümün kireç gibi rengini fark ederek "Bir şey mi oldu?" diye sordular. "Hiçbir şey" dedim. Oysa çok şey olmuştu. O sırada yabancı bir erkeğe asla güvenmemem gerektiği zihnime kodlanmıştı. Asansörde sıkıştırmadığı için şükretmiştim. Bugün olsa hayatında hiç duymadığı küfürleri işitebilirdi.

Hayatımın o döneminde bedenim kadın bedeninin ilk sinyallerini verdiği için daha fazla mı dikkat çekiyordum yoksa yeni yeni farkına vardığım için mi olan biten dikkatimi çekiyordu emin değilim. Hatırladığım olaylardan biri de Devlet Parasız Yatılı Sınavı'nda yaşandı. Bir öğretmen silgimdeki harfleri kullanarak sadece bana kopya vermeye çalışıyordu. İnat ettim, bursa gerçekten ihtiyacı olan birinin hakkını yememek ve herife prim vermemek adına mahsus yanlış seçeneği işaretledim. "Belki de iyi niyetliydi" diyen olabilir. Ön sırada o kadar öğrenci varken ve o günlerde her giydiğimde laf yediğim kedili tişört varken beni ikna edememişti.

Röntgenci vakasına da değineyim. Bizim muhitte apartmanların kocaman bahçeleri ve dolayısıyla apartmanlar arasında epey geniş bir mesafe vardır. Karşıdaki apartmanda birini net bir şekilde görebilmeniz için dürbününüz olması gerekir. Kadınların sürekli kapatılmak istendiği "evin içi"nde, kendi odamda üstümü başımı değiştiriyorum doğal olarak. Lise yılları. Odamın içine sürekli bir ışık yansıyıp duruyordu. Bir, iki, üç... Işığı gözlemlemeye başladım. Hep aynı pencereden geliyordu. Durumu anladım. Panjurları kapatmayı öğrendim. Evdekilere anlatmadım. Bir gün babamla bahçede arabaya binerken başımı kaldırıp baktım. Pencereden aşağı, bana bakıyordu herif. Yalnız gelip geçici tacizler arasında en ürkütücüsü buydu. Adam benden çok büyük değildi, eğitim düzeyi de muhtemelen düşük değildi ve donuk bakışları vardı. Dexter dizisinde görülecek cinsten. MaviMelek için bir öykü yazmıştım ama şimdi düşününce onun bu yönünü es geçmişim. "Ergen hezeyanı, her şeyi üstüne alıyor" diyebilecekler için gelsin: Annem apartman gününde bir komşumuzun anlattığını aktardı. "Karşı apartmanda bir röngtenci bizim apartmandan birini röntgenliyor." Bu tuhaf, muhtemelen sosyopat kişinin aramızda dolaşıyor olması ve birine zarar verme ihtimali korkunç. Zamanında şikayet etmemekten pişmanlık duyduğum bir olaydır.

Minibüste bir olay olmaması imkansız zaten. Tek kaldığımda soğuk terler döktüğüm anlar hariç güpegündüz yanıma oturanların süzülen ellerini de unutamıyorum. En çok aklımda kalan polis üniformalı adam olmuş. Erkekler yanıma oturduğunda hemen çantamı bariyer olarak kullanmayı öğrendim. Biraz "kartlaşınca" ve makbul kilonun üstüne çıkınca tacizler de azaldı gibi ama belki de savuşturmayı öğrendim. Zira nefes alan her dişi (insan ve hayvan) risk altında.

Laf lafı açıyor. Toplu taşıma araçlarında oturmak yine bir lütuf. Ayakta kalınca, hele de biraz "rahat" görünümlü biriyseniz dayayan dayayana. İstanbul kalabalık bir şehir olduğu için savunma da hazır: "Yer mi var?" Var ağzına sıçtığım, istesen var. Organını Lego gibi yerleştirmek zorunda değilsin. Üç dört sene önce, o sırada çalıştığım ofisteki bir erkek arkadaşla metrobüse binmiştik. Yanımda bir adam konumunu belirledi ve nefes alış verişleri değişmeye başladı. Kımıldayacak yer yok (savunma hazır), o yüzden pis pis bakmakla yetindim. Adam aynen devam edince yüksek sesle oflayıp pofladım. Bu sırada yanımdaki arkadaş da hala olayın farkında değil. En sonunda yerimi değiştirdim. Tacizci rahatsız oldu, bana şikayet edercesine baktı. "Boşalmama engel oldun" diye laf edecekti neredeyse.

Yazı bittikten sonra da aklıma eski şeyler üşüşmeye devam ediyor. Liseli üç arkadaş bir cumartesi saat öğleden önce 11 civarı sahilde yürüyorduk. Yani görünürde beyefendilerin "tahrik" olarak adlandırabilecekleri hiçbir şey yok. İki tane şuursuz peşimize takıldı, belli bir mesafeden takip etmeye başladı. Biz yürüyoruz, onlar yürüyor; biz karşıdan karşıya geçiyoruz onlar da karşıdan karşıya geçiyor. Geliyorlar mı diye arkamıza bakıyoruz, aranıyoruz zannediyorlar. Epey yol kat ettikten sonra baktık kurtulamayacağız kıyıda balıkçı bir amcaya rastladık. Onun da nesine güvendik, hatırlamıyorum. Adamın yanına oturduk, birimiz telefonla polisi arıyor gibi yaptı. Adam da şüphelenip "Bir durum mu var?" diye sordu. Biz de "Şu tipler bizi takip ediyor" deyip gösterdik. "Siz yolunuza devam edin, ben arkadan bakacağım" dedi. Cidden de öyle yaptı. Ara bir yoldan Bağdat Caddesi'ne çıktığımızda ayakkabılarımın vurduğunu ve bileğimin arkasının kan içinde olduğunu gördüm. Ama güvenli bir yere çıkana kadar zerre acı hissetmemiştim.

Araba, korna ve selektör de bir kadın da çok rahat olumsuz çağrışım yapabiliyor. (Bu konuda o kadar travmam var ki nasıl üçüncü eklemeye kaldı şaşırdım.) Daha küçük yaşta evimin sokağının köşesinde okuldan bir arkadaşımla öylesine duruyoruz. Yaz sıcağı, ikimizde de mini şort var. Lüks siyah bir araba yavaşladı. Kornadan emin değilim. İçinde Hayalet Avcıları'ndaki balçık tipli, orta yaşlı bir adam vardı. Şoför koltuğundan yana doğru sarkıp "Gelmiyor musunuz?" bakışı attığını hatırlıyorum. Üç dört yıl önce Bostancı sahile inen yolun başında bir arkadaşımı beklerken bir adamın göz hapsine alındım. Bir o yana bir bu yana giderek benim adeta "müşteri alıp almadığımı" kontrol etti. Telefon elimde, bir süre adamın göz hapsinden kurtulmaya çalıştım. Çok fazla kıllandığımı görünce ortadan kayboldu. Selektör konusundaki rekor ise Beşiktaş'taki Yıldız Üniversitesi durağında kırıldı. Üniversitenin son yılında bir şirkette stajyer olarak çalışıyordum. Servis geç kalktığı için otobüs durağından otobüsle eve direkt gitmeyi tercih ediyordum kimi zaman. O günlerden birinde (saat en geç 6) durakta tek başıma beklerken kaç kere selektör yapıldığını hatırlamıyorum. Selektörden nefret ettim. Daha araba kullanmadan tiksinmem ise başka bir olaydan kaynaklanıyor. Otobüsün sağında, orta kapının hemen arkasındaki koltukta oturuyordum. Bir minibüs şoförü aracını tam oturduğum yere doğru kırıp ani fren yaptı. İrkilerek baktığımda iğrenç bir şekilde keyifle sırıtan bir herif gördüm.

Sadece İstanbul'u anlattım ama başka illerde tatiller de azap olabiliyor. Felsefe öğrencileri kongresi için gittiğimiz İzmir'de kalabalık bir grupla Kordon'da yürürken laf yemiştik. Geçen yaz da bir arkadaşımla Antalya'ya gittiğimizde peşimize 4-5 er takılmıştı. 30 Ağustos kutlaması için hepimiz Antalya Arkeoloji müzesine gittiğimiz için kurtulamamıştık. Net hatırlayamadığım bel altı laflar ata ata yürümüşlerdi. Bir ara yanımızdan ters yönde köpekli bir kadın daha geçti, ona da laf attılar. Kadınla birbirimize "Seni anlıyorum" bakışı attık.

Okul yılları


Üniversite yıllarında 559C'ye musallat olan adamı es geçmek olmaz. (Buradan itibaren anlatacaklarım sadece beni değil birkaç kişiyi bir arada etkiliyor.) Yazın bile yün ceket giyen bu yaşlı adam boyunun da kısalığının verdiği dezavantajla yukarıda bahsettiğim Lego konumunu bir türlü yakalayamıyordu. Dalga konusu olmuştu, bir süre sonra gözden kayboldu. Unutmadan, Rumelihisarüstü'nde Boğaziçi Üniversitesi'nin olması oralı yaşlı ve genç erkeklerin duraktaki bütün kızları domino taşı gibi sıradan ellemesi de nadir bir olay değildi. (Sonradan değiştiğini sanmıyorum.)

Anadolu lisesindeyken de düz duvara tırmanmanın ne olduğunu öğrendim. Anadolu lisesi nispeten dar gelirli bir semtteydi. Oranın sakinleriyle öğrenciler arasında bazen gelir durumundan kaynaklı kavgalar çıkardı. Lisedeki kızlar da muhtemelen gözlerinde "verici"ydi. Okulun yüksek düz duvarına tırmanan "kırmızı ceketlileri" hatırlıyorum. Hangi okul bilmiyorum ama üniformaları kırmızıydı ve çıktıkları anda okulun düz duvarına tırmanlaya başlıyorlardı. Duvar kenarında oturan kızlar birlik olup birbirini uyarıyordu.

Tepki vermediğim için hala sinir olduğum anlar var demiştim. Verdiğim tepkinin hala içimin yağlarını erittiği anlar da var. Anadolu lisesinin orta okul kısmında benimle aynı dönem okuyanlar hatırlayacaktır. O zaman benim şu anki yaşımda olan bir öğretmen Anadolu'nun bir kentinden İstanbul'da, bizim okula bir dönemliğine geçici olarak tarih ve coğrafya derslerine atanmıştı. (Adını soyadını hala çok net hatırlıyorum.) O yıllarda dörtlü bir arkadaş grubum vardı ve sıralarda birlikte otururduk. Bu öğretmenimsi bize takmıştı. Sürekli gelip bir şeyler anlatıyordu. İki arkadaş sinirli tepkiler veriyordu. Biz de diğer arkadaşla sinirden gülüyor ve aramızda dalga geçiyorduk. Adamın zihninde muhtemelen "yollu" olarak kodlandık. Sınav olurken yanıma gelip "Kardeşin nasıl?" diye sorması, okulun neresinde görse ağzını kulaklarına varan iğrenç sırıtmasıyla "Tuğçeeee" demesi...

Nasıl kurtulsam diye düşünürken aradığım altın fırsatı bana kendisi verdi. Dönem sonunda "Benim hakkımdaki fikirlerinizi bir kağıda yazın, notlarınızdan düşmeyeceğim" dedi. Nasıl da inek bir öğrenciyim ama notlar umurumda değil. Küçük bir kağıt parçası aldım. Ağzıma geleni söyledim. "Tuğçeee diye sırıtarak bana sesleniyorsunuz ya sinirden gülüyorum" cümlemi çok net hatırlıyorum. Bir iki cümle daha laf sokmuştum. (Ne demiş Ulrike Meinhof; "Üzgün olmaktansa öfkeli olmayı yeğlerim.") Adam yorumların anonim olacağını söylediği halde benim kağıdımı dört gözle bekliyordu. Ben de kağıdı inadına bantladım. Öğretmen küspesi, kağıdı elinde tuttu, bekletti ve bantlarını itinayla açarak yüzündeki o pis sırıtışıyla okumaya başladı. Harf harf, kelime kelime, sindire sindire okurken yüzündeki sırıtışın silinmesi ve tonlarca ağırlıktaki o iki üç cümlenin sonunda suratının beton gibi olması sözcüklerle anlatılır cinsten değil. Olayın sonrasında herif okuldan defoldu gitti, başka bir okulda başka öğrencilere musallat olmaya. Duydum ki evlenmiş; karısına hiç iyi davrandığını da düşünmüyorum. Dönem sonu notları hakkında daha sonra sınıfta konuşmuştuk. Herkesin tarih coğrafya notları birer not düşük gelmişti. Ama sanmayın ki herkes eleştiri yapmış. Sadece içine kapanık ben ve zaten kendine güvenli olan başka bir arkadaş. Ataerkilliğe ve iktidara ufak da olsa başkaldırdığım için hala memnunum.

Orta okuldan devam edeyim. Okul yıllarımda en üzücü olay benim başıma gelenlerden hiçbiri değildi. Bir gün dünyalar tatlısı edebiyat öğretmenimiz, Hediye hocamızın haberiyle sarsıldık. Ayrılmak istediği nişanlısı onu saçmalı tüfekle vurmuştu. Hastaneye kaldırılmış, hayatını değil ama sağ kolunu dirsekten kaybetmişti. Daha sonra okula geldi. Yüzü her şeye inat gülüyordu. Benim için Hediye hoca kimsenin bilmediği isimsiz kahramanlardan biridir.

Bunca şeyden sonra ne mi oldu? Yerleri ezecek gibi yürümeye ve sürekli sert bakışlar atmaya başladım. Yolda yürürken babam bile yanıma yaklaşamıyor, uzaktan onu tanıdığıma emin olana kadar. Bu saydıklarım Türkiye'de birçok kadının yaşadıkları yanında, mesela Hediye öğretmenin başına gelenlerin yanında belki "küçük" şeyler. Fakat bunları yapan bir adamın ertesi gün başka bir kadına "daha da kötüsünü" yapmayacağının garantisi yok. Ve itiraf edelim, hiçbirimizin böyle şeyler yaşamayacağına dair bir garantisi de yok.

14.02.2015 Fransız Kültür Merkezi önü

Nasıl anlayacağız?


Özgecan'ın veya diğer kadınların katillerinin profilleri sosyal medyada yayınlanıyor. Belki kaba tipler ama öyle uç noktalara gidecek gibi de durmuyorlar. Ne yazık ki gidiyorlar o noktalara. Bence sinyallerini de veriyorlar. Röntgenci çocuk toplum içinde hiç şüphe çekmeyebilirdi ama bir iki konuşmadan sonra o gözlerin onu ele vermeyeceğini sanmıyorum.

Kendini beğendirmek için "maçoluk" taslayan adamlar bir kere çöp. Arkadaş çevresinde beni etkilemek için gaza gelen birinin bilinçaltının dışarı saçıldığını hatırlıyorum. Muhabbet nereden geldiyse "Ağzına patlatırdım" gibi bir şey dedi. Kan beynime sıçradı. "Benim de elim armut toplamıyor, karşılığını verirdim" dedim. Yüzündeki şoku çok net hatırlıyorum. Bir kadın, hem başkaldırıyor hem de şiddeti ima ediyor. Nasıl olabilirdi?

Bir de maalesef silah taşımanın marifet sayılması da çok yaygın. Yerel bir gazetede kısa süreliğine çalışmıştım. Burası ilçeye özel bir telefon rehberi hazırlayacaktı ve ben de hiç alakam olmadığı halde satış elemanı olarak dahil oldum. Esnafa gidip işte şu kadar büyüklükte yerimiz var, yer almak ister misin falan diyordum. (Yalnız o on beş gün güzel semtler tanımam ve esnafın halini görmem açısından yararlı olmuştu.) Buradaki müdür işe almıştı beni. Ofise giderken durduk yere kardeşimden laf açtı. "Sonra ikiniz de bekarsınııız?" diye sordu. O sırada "Sana ne?" neden demediysem, evet dedim. Bir gün hiç alakam olmadığı halde görevimmiş gibi anlatarak beni arabayla Gebze'deki bir yerden alacak almaya götürdü. Yolda da anlattı durdu ailesini, kendisini. Beğendirme çabaları, tinerci çocukların yaptıkları, işte "silahımı çıkarıp vururdum" demeler falan filan. Daha sonra işe bir kız arkadaş daha aldı. Silahını çıkarıp ona "çekmeyece koyar mısın" demeler. Hemcinslerimden çok rica ediyorum, böyle adamlara prim vermeyin. Evrim sürecinde, dişilerin tercih etmediği erkeklerin soyu sopu kuruyor, aklınızdan çıkarmayın.

Rollere çok takanlardan da bence hayır gelmez. Kadın çalışamaz diyenler bir kenara. Ev işleri paylaşımı gibi belirgin örnekler de, daha az belirgin, daha sinsi örnekler de var. Kendi çevremden, beyaz yakalı ortamdan gelsin. Kadın çalışıyor, parasını kazanıyorsa ama erkek her şeyi sürekli ben karşılayacağım diyorsa, kadının elini hiçbir şeye sürdürmüyorsa ve paylaşıma yaklaşmıyorsa, hatta tepki veriyorsa da sıkıntı vardır. Bu da kadının emeğini, bireyselliğini yok saymaktır.

İğneyi kendimize de batıralım. Olayların büyük çoğunluğu erkeklerden kaynaklanıyor gibi duruyor ama kadınlarda da suç var. Heyecanlanmayın, giyim kuşam vb değil elbette. Reddedeceğiz; bu tavırları, bu adamları reddedeceğiz. Çocuk yetiştirilmesi de çok hassas bir konu. Elbette bu sadece kadınların görevi değil, hem anne hem babaların ufku açık çocuklar yetiştirmeleri mümkün ama ataerkil aile yapısının baskın olduğu kültürde kısır döngüyü anneler kıracak. 

Ayrıca acı olan bir başka husus da kadınların birbirine cinsel şiddet uygulaması. Erkeklerin kaybedecekleri koskocaman ataerkil bir krallıkları var. Ama ekmeklerine yağ süren hemcinslerimi hiç mi hiç anlamıyorum. Belki de "tamam" demeyi kendime yediremediğimdendir. Bu hususta hatırladığım bir olay da şu: En fazla orta okul yıllarımda bir yaz, bir dairede kadınların kendi aralarında düzenlediği (müftülüğün resmi kursu dışında) Kuran kursuna gidiyordum, diğer arkadaşlar gidiyor diye. Uzun elbisem vardı ve bağdaş kurmuştum. Oradaki yaşlı hocalardan biri geldi yüzüme pis pis sırıtarak eteğini kapat dedi ve ayağıyla kendince düzeltti. Tavrım çok netti: "Anne ben buraya gitmiyorum." Burada benim ailem gibi anlayışlı bir aile olması ve kişisel olarak da "elalem" lobisine takılmamak, yeni fikirlere açık olmak da önemli.

Ayrıca kadınlardan yana olup hemcinslerinden zarar gören ve zarar görme ihtimali olan erkekleri de yabana atmamak lazım. Onlara da saygı duyuyor ve sayılarının (zarar görmeden) artmasını diliyoruz.

"Amerika'da da oluyor!"


Tam da kadının kadına şiddeti demişken bir ablamız "Amerika'da da oluyor!" diye çamuru atıp kaçtı. En başta da demiştim bu coğrafyanın içine, erkeğine ve kadınına işlemiş leş bir bakış açısı var. Kadının yeri ayağınıza bulaşan çamurdan daha iyi değil neredeyse. Münferit kelimesinden yine nefret edeceğiz ama hepimiz biliyor ki ne Özgecan'ın başına gelenler ne de ardından yapılan "kaşınmıştır" tarzı açıklamalar münferit değil. Umut veren ayrıntılar da var. Özgecan'ın tabutunu kadınların taşıması mesela. Sevdiğin, canından bir parça gitmiş ve sadece erkekler yaklaşabiliyor, hem de bu sefer onun orada olmasına erkekler yol açmışken.

Bu arada Amerika'yı bilmem ama Avrupa'da öyle olmuyor. Adalet gerçekten adalet oralarda ve kadın yalnız kalmıyor. (Bizde şiddet görüp üstüne şikayette "aranmıştır" damgası yemek var.) Çok uzaklara gitmeyeceğim. Batıdaki komşularımızdan örnek vereyim. Selanik'e üç kere, Atina'ya iki kere gittim. Kız arkadaşımla da, kardeşimle de tek başıma da gittim. Laf atmak ve ellemek kısmını geçtim, manidar bakış bile fark etmedim. Öyle olunca ister istemez insanın hareketleri de gevşiyor, paranoyaklığı da azalıyor. Atina'yı tek başıma gezerken baktım, İngiliz bir kadın da tek, Japon bir kadın da. Sultanahmet'te on dilde bölük pörçük yediğim laflar, "Are you sex?" soruları geldi aklıma. Kardeşimin de dikkatini çekmiş bu durum. O da kendi kendine "Kimse kadınlara bir şey demiyor mu?" diye gözlem yapmış. Bulgaristan'da Varna'ya geçelim. Halk plajında üstsüz güneşlenen kadınların haddi hesabı yok. Bir kişi dönüp bakmıyordu, bir tek ben bakıyordum hayretle, etrafı gözlemleyerek. Ljubljana'da -12 derecede ıssız sokaklarda bir tane tekinsiz tip yok, yılbaşında şehrin en büyük meydanında taciz yok. Tehlikeli denilen İtalya bile Türkiye'den sonra insana koymuyor. 

Elbette "oralarda da oluyor", insanların adiliğinin sınırı ve sonu yok ama yasalar var ve kadına bakış açısı epey geniş bir açı, inanın. Küçüklükten beri birtakım vücut parçalarının mahrem olduğu beynine kazınan, bunlardan ve kadını ele geçirilmesi gereken bir paçavra olarak gören zihniyete inat "Batı'nın ahlaksızlığı"ndan yanayım bu açıdan.

Tabii bir de oradan gelen kadıncağızların zihninde taciz olayı kodlanmadığı için başına gelenler var. Buradaki erkeklere göre hepsi "yanıyor", hepsi "teşhirci". Sur dibinde tecavüze uğrayıp öldürülen kadın, Erasmus'a veya gezmeye gelip canını zor kurtaran kadınlar... Saymakla bitmez. Burada da yine gözüme çarpan bir olayı anlatayım. Taksim'e çok yakın, Erasmus öğrencileriyle kaynayan bir sokaktaydım. Bunca yabancıyı her gün art arta görmek normalde bir insan evladını biraz yontmalı ama yok. Önümden mini şortlu, muhtemelen Latin Amerikalı bir kadın yürüyordu. Esnaftan dükkanının dışına çıkmayan, gözüyle süzmeyen ve ardından konuşmayan kalmadı. (İleri gitmeye kalkan olsaydı kadını uyaracaktım.) Başkası adına utandım ama asıl utanması gerekenler, her zaman olduğu gibi utanmadı.

Çözüm yok mu? 


İdam deniyor, kadınlar silahlansın deniyor. İdam gelse gerçek suçlulara dokunmayacağını biliyoruz ki zaten şiddet, daha fazla şiddeti doğurur. Kadınlar silahlansın kısmı da sakat. Savunma amaçlı elbette yanımda bir şeyler (göz yaşartıcı sprey vb) taşıyacağım. Ne var ki ateşli silahlar konusunda panikle veya yanlış anlaşılmayla da başka şiddet şekilleri doğabilir. Herkesin hemfikir olduğu şey, zihniyetin değişmesi. Elbette zihniyet değişecek veya birileri topluma karışacak diye olay anında diğer yanağımı uzatamam, o adama dediğim gibi "elim armut toplamaz". Ama şiddete daha fazla şiddetle karşılık vermekten yana değilim. Kaldı ki bunun icabına bakması için devlet diye bir kavram ve onun bir sürü kuruluşu var ve bunların, bütün yükü kadınların üstüne atmadan silkinip kendine gelmeleri gerekiyor.

Kısa süreli bir çözüm de bence teknolojiden yararlanmak. Sosyal medya birçok yönden sinir bozsa da birçok açıdan işimize yarıyor ve yarayacak. Akıllı telefonlarla çekeceğimiz fotoğraflarla çok rahat ifşa yöntemini kullanabiliriz. Böylece hem elimizde kanıt olur hem de aynı insanlarla karşılaşacak hemcinslerimizi de uyarmış olabiliriz. Fakat en büyük çözüm bize dayatılmaya çalışanları reddetmek ve ait olarak görüldüğümüz odalarımızdan, evlerimizden inadına çıkmak ve toplumda yer almak. Kimsenin bize bunları yaşatmaya hakkı yok!

Hiç yorum yok:

Blogger tarafından desteklenmektedir.