Olası Dünyalar (Deneme)


Long ago and far away
I dreamed a dream one day
And now that dream is here beside me

Uzun zaman önce uzaklarda
Bir gün bir rüya gördüm
Ve şimdi o rüya burada, yanı başımda. 

(Long Ago and Far Away – Frank Sinatra yorumuyla, filmin müziklerindendir.)

Bazı filmler bittiğinde yüzümüz hâlâ gülmektedir, gözlerimizdeki yaşları siliyoruzdur, öfkeden kudurmuşuzdur, şaşkınlıktan dilimiz tutulmuştur ya da hiçbiri değil de sıkılmışızdır, beğenmemişizdir ve bir daha da adını anmayız. Bazı filmler de vardır ki böyle tek bir his uyandırmaktan öte, insanı “afallatır” ve sanki diğer bütün filmlerin arasından sıyrılıp bambaşka bir boyuta geçirir bizi. Possible Worlds (Olası Dünyalar) de işte böyle bir film. Gerçi bu film, göz korkutmak gibi olmasın ama, felsefeyle az da olsa bir yakınlığı gerektiriyor gibi. Sonuna kadar dayanılamayıp kapatılır ve bir daha da seyredilmese her izlenildiğinde farklı detaylar keşfedilebilecek bu filme büyük haksızlık olur.

Filmin teknik detaylarından değil, konusundan ve altında yatan bazı felsefi temellendirmelerden bahsetmek isterim. Film, çok kaba bir özetle olası birçok dünyayı bir adamın gözünden anlatır ama elbette filmin tamamı göz önünde bulundurulduğunda bu, çok yüzeysel kalır. Olası dünyalar… Aynı anda yaşanan birbirinden farklı milyonlarca yaşam ihtimali. Mesela ben burada yazı yazarken başka bir ben dışarıda arkadaşlarıyla dolaşıyor, bir başkası da tatil yapıyor. Bu yaşamların birbirinden bağımsız mı olduğu, yoksa tek bir gerçeklikten çıkan dallar gibi birbirlerine bağlı mı olduğu tartışma konusudur. Film de böyle bir noktaya varır zaten.

Baş kahraman George farklı farklı dünyalarda sürekli tek bir şey yapar aslında:  Çok sevdiği eşi Joyce’la değişik “anılarda” irtibat kurmaya çabalar. George değişmiyor gibi görünür ama Joyce hemen her hayatta farklıdır. Kimi zaman başkasıyla birliktedir, kimi zaman George’a âşıktır, kimi zaman onunla ilgilenmez, kimi zaman onu aldatır, bazen bilim kadınıdır, bazen iş kadını. George bazen karısının okyanusta boğularak öldüğünden bahseder. Kadının gerçekten ölüp ölmediğini filmin sonlarında öğrensek de George hakkında fikrimiz katidir.

Film George’un cesedinin gösterilmesiyle başlar. Koltukta kafatası tam tepeden düzgün bir şekilde kesilmiş bir adam vardır. Beyni yerinde yoktur. (Ayrıca George, beyni çalınan tek kişi de değildir ama bizim onlardan sadece işitsel olarak haberimiz olur.) Filmin en ilginç ayrıntılarından birisi de bilim insanıdır. Bu bilim insanı filmin değişik karelerinde karşımıza çıkar. Polis şefi onu sorgulamaya geldiğinde elektrotlara bağlı bir sıçan beyni bulur. Bu beyin, bir bedeni olmamasına rağmen hâlâ hayattadır ve mekanizmaya sinyaller yollamaktadır. Bu durum akla felsefedeki “brain in a vat (kavanozdaki beyin)” tartışmasını getirir. Bizler kötü bir bilim insanının kavanozlarda tuttuğu beyinlerden ibaret olamaz mıyız? Öyle olsak bile bunun farkına varabilir miyiz?

Biraz daha eskilere gidersek alttan alta Descartes’in argümanları da anımsanabilir. Descartes, “Düşünüyorum, o halde varım,” sonucuna varmadan önce iki varsayımdan güç almıştır. Birincisi şu an var olduğunu sandığımız her şey, yaşadıklarımız bir rüyadan ibaret olabilir. Ama rüyada olsak da bunu düşünebiliyor olmamız bile bu, en azından düşünce düzeyinde var olduğumuzu gösterir. İkincisi şeytan (veya “kavanozdaki beyne” bağlarsak kötü niyetli bir bilim insanı) bizim için bu gerçekliği yaratmış ve bizi kandırıyor olabilir. Bizim bu ihtimali düşünebiliyor olmamız da yine bizim var olduğumuza işaret eder. Yani Descartes yukarıdaki sorulara olumlu cevap verecektir.

Bilim insanıysa onu sorgulamaya gelen polis şefinden beyinler üzerinde araştırma yaptığını gizlemeden (ve elektrotlara bağlı bir sıçan beynini “Bende nasılsa bolca var,” diye şefe vererek) şöyle demektedir: “Bazı biyologlar doğal süreçlerin bir bilgi alanı yarattığına inanırlar. Düşündüğünüz her şey, Dedektif, o alanda bir iz, bir karışıklık bırakır. Benim öğrenmek istediğimse bu karışıklıkların nasıl kontrol edilebileceğidir.” Bilim insanı burada “kavanozdaki beyin” deneyini bizzat gerçekleştiren bilim insanının ta kendisi olduğunun sinyallerini de verir. (Bir bilim insanının bilimsel bir araştırma yapmak için ne kadar ileri gidebileceği/gitmesi gerektiği de etikle ilgili bir sorundur. Ama konunun dağılmaması açısından burada değinmiyorum.)

Yazının başlarında olası dünyaların aynı anda sayısız gerçeklik ya da bir gerçekliğe bağlı ihtimaller olabileceğine değinmiştim. Tek bir gerçeklik nasıl bu kadar dallanıp budaklanabilir? Yanıt: Hayal gücü. Birçok filozof hayal gücünün önemine değinmiştir. Aristotales de hayal gücüne önem veren filozoflardandır. Aristotales, algının ve zihnin birleşerek hayal gücünü oluşturduğunu söyler. İddiası şudur: “Hayal gücü, insanlarda ve pek çok diğer hayvanda eylemi güdüleyen ve yönlendirenler de dahil olmak üzere, sayısız bilişsel etkinlikte kullanılan imgeleri üreten, saklayan ve yeniden çağıran bir yetidir.”[1] Yani gerektiğinde daha önceden algıyla toplayıp biriktirdiği bilgileri farklı biçimlerde birleştirip değişik senaryolar sunabilen bir beynimiz var. Filmdeki bilim insanı da benzer bir noktaya parmak basar: “Neden hayal gücümüz var? Bir sıçan hayaller kurabilir. Bu, beyninin yapısıyla sınırlıdır. Olası gelecekleri tahmin eden ve beklenmedik durum planı yapan bizim gibi yaratıklar. Hayal güçlerimizi kullanmamak aptallık olurdu.”

Konuyu araştıran bir polis şefi ve onun yardımcısının olaya yaklaşımları farklıdır. Şef, yardımcısına hep acemi muamelesi yapar, onu yer yer aşağılar. Yardımcısıysa pes etmek bir yana, olayı çözmeye daha da heveslenir. Olayları dışarıdan incelemeye çalışan ve bilim insanını sorguladıktan sonra şüpheliler listesine adını bile almayan polis şefinin aksine, yardımcısı bu vakayı içselleştirir. (Bir sahnede acemi polisin ağzından dökülenler aslında yukarıda değindiğim “kavanozdaki beyin” tartışmasına gönderme yapar. O, eğer kavanozdaki beyinlersek bunu fark edemeyeceğimizi, birisinin bize kendi istediklerini düşündürebileceği ihtimalini öne sürer. Ama bunları laf arasında meraktan dile getirmektedir.) Şef veya yardımcıdan birisinin bu cinayeti çözeceği hissedilir.

Bir de polis şefinin adının Berkeley olması ilginçtir. Filozof Berkeley, varoluşun Tanrı tarafından her an yeniden yaratıldığını iddia eder. Yani ben bu kelimeyi yazdığımda başka biriyim, bundan sonraki kelimeyi yazdığımdaysa bambaşka biri (Hatta kelime bile değil harfte, harf için her hareketimde.) Gerçi polis şefi böyle felsefi bir altyapısı olan birinden öte vazifeşinas ama biraz saf bir karakter olarak öne çıkıyor ama olaylara bakış açısını ve “kavanozdaki bir beynin” her an farklı farklı olan düşüncelerinin kim ne işine yarayacağına anlam verememesi belki de adı geçen filozofa bir göndermedir. Aynı şekilde George’un eşinin adının da Joyce (Acaba James Joyce’un Joyce’u olabilir mi?) göz önünde bulundurulduğunda bu isimlerin gerçekten atıfta bulunmak amaçlı olduğu düşünülebilir.

Sonuç olarak, her karenin, her mimiğin, her diyalogun anlamı ve (bir bardaktaki sudan okyanusa kadar) her “sıvının” anlamlı olduğu buram buram felsefe kokan bu filmde hiçbir ayrıntıyı gözden kaçırmamak gerekli. Sonunda olacaklar tahmin edilse de edilmese de film her izlendiğinde artarak açığa çıkan bu ayrıntılar epeyce “beyin” jimnastiği yaptırıyor.

[1] http://plato.stanford.edu/entries/aristotle-psychology/suppl4.html

Hiç yorum yok:

Blogger tarafından desteklenmektedir.